İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları hayalî ilişkinin bir temsilidir.[1]
İdeoloji maddi bir varoluşa sahiptir.[2]
Althusser
Beyin bir ekrandır.[3]
Deleuze
Rüya, Fantezi, ve Film
Eğer film ve gündüz düşü, film ve rüyaya kıyasla, daha doğrudan bir rekabet halindeyseler, ve eğer birbirlerine karışıyorlarsa, bu, ikisinin de gerçekliğe uyum sağlama noktasında -ya da, diğer yönden bakacak olursak, bir regresyon noktasında- yani, aynı anda ortaya çıkmalarından kaynaklanır: rüya çocukluğa ve geceye aittir; film ve gündüz düşü daha yetişkindirler ve güne aittirler, ama gün ortasına değil – daha çok, akşama.[4]
Hayalî Gösteren’de Christian Metz sinema ve bilinçdışı arasındaki ilişkinin oldukça önemli bir yönüne dikkat çeker. Rüya çocukluğa, geceye, bilinçdışına, Gerçeğe dairdir; bunun yanı sıra, film ve fantezi yetişkinliğe, simgesele, ve bilince aittir; yine de, bu bilincin kendisi akşama aittir. Aslında Metz’in söylemek istediği, sinemanın bize birçok şey göstermiş olmasına rağmen bizden aynı zamanda birçok şey saklamış olduğudur; çünkü her film Gerçeğin üzerindeki bir örtüdür, projektörden tek bir ışık demeti çıkar ve sinematik aygıtın loşluğunda kişi adeta hipnotize edilmiş gibidir, gösterilene yarı-bilinçli bir şekilde bakakalır.
Kendinizi bir sinema salonunda oldukça rahat bir koltukta otururken hayal edin. Bu an, öteki insanlardan oluşan bir kalabalığın arasında, karanlıkta, sessizce oturmayı kabul edeceğiniz o oldukça nadir anlardan biridir. Tek ışık kaynağı, imgeleri beyaz perdeye yansıtan projektördür. Beyaz perde yansıtılan ışığı hareketli resimlere dönüştürür ve siz de büyük bir hayretle bu resimleri izlersiniz. Rahat koltuğunuzda, dingin ve edilgensiniz, ve hareket etme kabiliyetiniz bir dış güç tarafından kısıtlanmıştır. Bu haliniz, gerçeklik ve rüyalar âlemi arasındaki yarı-uyanık kişinin haline oldukça benzemektedir. Bir film seyretmek, uyanık olmaktan uyku haline geçmeye benzer. Bir seyirci olarak izlediğinizin gerçek olmadığının farkındasınızdır, ama yine de bunun tamamıyla kurgusal olmadığına kendinizi ikna edersiniz. Bir film izlerken, tıpkı tam da uyanmak yahut tam da uyumak üzere olan birine benzersiniz.
Rüya malzemeleri, tıpkı sinemanın malzemeleri gibi, görsel ve işitsel imgelerdir. Ne var ki, rüyalar ve filmler arasında üç temel ve göstergebilimsel fark vardır. Hayalî Gösteren’de Christian Metz, bu farkları şöyle sıralar:
[…] öncelikle, öznenin yapmakta olduğu şeye dair eşitsiz bilgisi; ikinci olarak, gerçek algısal materyalin mevcudiyeti ya da eksikliği; ve üçüncü olarak, hakkında şimdi konuşacağımız metinsel içeriğin kendine ait (film veya rüya metnine ait) bir nitelik.[5]
Bütün bu farklar, öznenin uyanıklık derecesine bağlıdır. Uykuda bütünsel yanılsama söz konusudur; özne rüyanın metninde bir rol üstlenebilir. Fakat sinemada, özne kendini perdede göremez, elbette filmde oynayan aktör veya aktrislerden biri değilse. Sinemada sizinle gördüğünüz arasında bir mesafe koyan bir gerçeklik hissi vardır. Uyanık olduğunuzda, izlediğinizin kurgusal olduğunun bir noktaya kadar farkına varırsınız.
Metz’in dikkat çektiği ikinci fark, algının maddesinin varoluşuyla ilgilidir. Sinematografik imge, gerçek bir imgedir; görsel ya da işitsel bir maddeden yapılmış bir imgedir. Rüyada, rüyanın maddesi yoktur, rüyanın materyali tamamıyla yanılsamadan ibarettir, dışsal bir nesne olarak varlığı yoktur.
Üçüncü fark, filmin metinsel içeriğine dairdir. Bir rüyayla karşılaştırıldığında, kurgusal film çok daha mantıklıdır. Eğer David Lynch gibileri bir kenara ayırırsak, filmin planı genellikle seyircinin beklentilerine uyum gösteren bir sırada gelişir. Gelgelelim, rüyada, herhangi bir plan yoktur, çünkü kimse başka bir kimseye herhangi bir şey söylemiyordur. Rüya hiçbir yere ait değildir.
Sinema ve rüya arasındaki bu farkları ortaya koyduktan sonra, Metz bir başka terim ortaya atar. Bu Freud’un ‘Tagtarum’ dediği bir nevi bilinçli fantezi olan gündüz düşüdür.[6] Gündüz düşü filme daha yakındır, çünkü gündüz düşü gören, fantezi kuran öznenin bilinci bir noktaya kadar işlemektedir. Dahası, gündüz düşleri de uyanıkken tecrübe edilmektedir. Filmin mantıklı bir yapısının olmasının nedeni, aktörlerin, yönetmenlerin, ve seyircilerin tümünün uyanık olmasıdır. Bir filmi yapmak ve izlemek, bilinçli, bilinç-öncesi, bilinç-altı psişik süreçleri içerir. Fantezi kurmak da bu üç psişik süreci içerir, fakat bir film, bilinçli seçimler sonucu üretildiğinden, belli bir amaca sahiptir ve belli bir anlamı iletmek ister; ne olacağı önceden planlanmıştır, ve her bir detayı yazılmıştır. Öte yandan, fantezi kurmak içerisinde boşluklar ve bağlantısızlıklar bulunduran tamamıyla psişik bir süreçtir. Fantezi kurduğumuzda, niyetimiz bir başka kişiye belli bir anlamı iletmek değildir. Her iki süreçte de Metz bir tür iradi simülasyonun işlediğini düşünür. Gündüz düşünü gören de, film izleyicisi de gördüklerinin yahut tahayyül ettiklerinin gerçek olmadığının bilincindedirler; fakat yine de tam tersi bir durumun söz konusu olduğuna kendilerini inandırırlar.
Hem film izleyicisi, hem de gündüz düşçüsü, gerçeklik ilkesinin yerine haz ilkesini koyarlar. Her iki durumda da kişinin görmekte veya hayal etmekte olduğunun gerçekten gerçekleşmekte olduğu yönündeki bir yanılsamaya dair gönüllü bir inanç vardır. Bu inanç olmadan, fantezi kuran ya da film izleyen öznenin herhangi bir haz duyması mümkün değildir. Bu etkinliklerin tek amacı, tatmin edici olmayan gerçekliği telafi etmektir. Fanteziler ve filmler toplumsal gerçekliğin destekleyicileridir; onlar sayesinde Gerçek uzakta tutulur, ve özne ile hiçlik arasındaki boşluk korunur. Hiçlik simgesel düzene içkindir. Rüya gören öznenin bilinçdışınca yönetilmesi gibi, sinema seyircisi ve fantezi kuran özne de Gerçeği bir haz kaynağına dönüştürüp simgesel düzene tercüme ederler. Film yapımcıları doğrudan seyircinin bilinçdışıyla iletişim kurmayı denerler. Hedefleri bilinçdışıdır ve bilinçdışı itkilere denk düşen imgeler bulurlar. Bilinçdışını oluşturan da tam bu denkleştirme sürecidir, çünkü bilinçdışı itkilerin adlandırılmasını önceleyen hiçbir şey yoktur. Sinema itkilerin nesnelerini metafor ve metonomi kullanarak toplumsal olarak kabul edilebilir ve simgesel olarak anlaşılır biçimlere sokar.
Lacan’a göre, metafor yoğunlaşmanın, metonomi ise yer değiştirmenin ürünüdür. Bu iki ifade biçiminin çok etkili olmasının sebebi, bilinçdışının işleyişine literal olandan daha yakın olmalarından kaynaklanır. Dolayısıyla, Lacan, “bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır,” diyebilmektedir.
Gördüğünüz gibi, hâlâ bu “gibi”yi (like/comme) koruyarak, bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır derken ortaya koyduğumun sınırları içerisinde yer alırım. Bilinçdışı bir dil tarafından yapılandırılmıştır dememek için, “gibi” derim -ki her zaman bu noktaya dönerim.[7]
Böylece, metafor kavramı bastırmanın bir ürünü olarak belirir ve bir imgenin daha etkili olacak bir başka imgeyle yer değiştirmesini içerir. Metonomi bir nesnenin bütününü temsil etmesi için o nesnenin bir kısmını kullanmanın ürünüdür. Metafor ve metonomi bilinçdışı ve toplumsal gerçeklik arasındaki boşluğu doldurur. Onlar, bu iki dünya arasındaki aracılardır.
“Bildiğimiz haliyle sıradan gerçeklik, derisi soyulmuş etin ve değiştirilebilir maskenin proto-ontolojik Gerçeğine karışır.”[8] Zizek, John Travolta ve Nicholas Cage’in başrolleri paylaştığı Face/Off filmine gönderme yapar. Bu filmde, Travolta ve Cage kendilerini, ne yaparlarsa yapsınlar kendi kendilerine karşı koydukları bir durum içerisinde bulurlar. Birbirlerinin yüzlerine sahiptirler. Mesaj, yüzlerinin ardında Gerçeğin, derisi soyulmuş etin, bizi kendimizle özdeşleştirecek koca bir hiçin bulunduğudur. Toplumsal gerçeklik ve Gerçek arasındaki boşluk açılmıştır ve her iki adam da kendilerini düşmanlarının rolüne bürünmüş halde bulurlar. Yüzün kendisi Gerçeği saklayan maskeye dönüşür. Burada, maskenin Gerçeği temsil eden bir metafor olması değil, yüzün Gerçeği temsil eden bir metonomi olması söz konusudur.
Bu eksikliğin ortaya çıkışından önce (sinema gösterenine hâlihazırda çok yakınız), çocuk, büyük bir endişeden kaçınabilmek adına, inancını iki kat artırır (bir başka sinematik özellik) ve bu noktadan itibaren sonsuza dek iki çelişik fikre sahiptir (gerçek algının her şeye rağmen etkisiz olmadığının kanıtı).[9]
Bazı filmlerin bu iki çelişik konumu birbirinden ayırmadaki başarısızlığı, bu filmlerin iyi etkilerinin nedeni olur. David Lynch filmlerinde sıradan gerçekliğin Gerçeğe karışması sürecini gözlemleyebiliriz. Mulholland Drive’da, Hollywood kariyerinin başlangıcında genç bir aktrisi görürüz. Film onun dağılma sürecini anlatır. Hayalî, simgesel, ve gerçek kademe kademe birbirine karışır ve aktris de kurgusal olan, zihninde olan, ve toplumsal olan arasında ayrım yapabilme yetisini yitirir. Ancak filmin sonuna geldiğimizde, onun gerçek durumunun farkına varırız. Hayatının planını Hollywood’un kurgusal dünyasında kaybetmiştir. Bu kaybın açtığı alanı doldurmak için, uyuşturucu ve alkol bağımlısı olur, ve daha fazla uyuşturucu kullandıkça, iç alan daha da büyür, ve iç alan daha da büyüdükçe, bilinçli seçimler yapması imkânsızlaşır.
Yansıtmalı Özdeşim ve İçe Yansıtma
Klein içe yansıtılmış nesneler ile içsel nesneler arasında bir ayrım yapar. İçsel nesneler, hem içe yansıtılmış nesneleri, hem özdeşim nesnelerini, hem de a priori fantezi imgelerini içerir. Klein’a göre, içe yansıtma, çocuğun korkutucu iç dünyasından kaynaklanan endişe ve korkuya karşı bir savunma mekanizmasıdır. Çocuk kendini kötü, saldırgan, ve eziyet edici nesnelerle doluymuş gibi varsayar ve dışarıdan iyi nesneleri içe yansıtmayı dener. Bir başka deyişle, çocuk içsel kötü nesnenin yerine dışsal iyi nesneyi koymaya çalışır. Dolayısıyla, içe yansıtma yalnızca benliğimi değil, aynı zamanda içsel iyi nesneleri korumaya yarayan bir savunma mekanizmasıdır.[10]
Klein bilinçdışı fantezinin bütün psişik süreçlerin temelini oluşturduğunu iddia eder. Fakat Freud’a göre fantezi kurmak sinir bozucu ve tatmin etmeyen gerçekliği telafi eden bir savunma mekanizmasıdır. Klein bilinçdışı fantazmatik üretimin içgüdüsel süreçlerin tezahürü olduğunu düşünür. Klein’ın perspektifinden, bilinçdışı toplumsal gerçeklikte olup bitenle irtibatı olan daha etkin ve üretken bir dinamizme dönüşür. Klein’ın keşfinin önemi, çocuğun henüz hayatının başlangıcından itibaren toplumsal gerçeklikle nasıl da yakından ilişkili olduğunu göstermesidir. Çocuk annesine döner ve bilinçdışı onu çevreleyen nesnelerle ilişki kurma yoluyla bilince yönelir. Klein’a göre, çocuğun ilişki kurduğu ilk dışsal nesnelerden biri anne memesidir. Çocuk açlıktan ötürü, ve başka bir iletişim aracı olmadığından, ağlamaya başlar. Anne, çocuğun süt istediğini anlar. Annenin göğsünden gelen sütle karşılaşan çocuk, açlık sorununa çözüm teşkil eden dışsal bir iyi nesnenin varlığından haberdar olur. Fakat sütün akışının kesintiye uğramasıyla birlikte, açlığın da etkisiyle, çocuğun aklı karışır. Çocuk memeyi kötü bir nesne olarak görür ve daha saldırganlaşır. Süt geri geldiğinde ise, çocuk hem kötülüğün kaynağına, hem de iyiliğin kaynağına saldırdığını fark eder. Böylece çocuk her nesnenin hem iyi, hem kötü olduğunu kavrar; nesnenin nasıl kullanıldığı onun tikel iyiliğini ya da kötülüğünü belirler. Önemli olan, toplumsal gerçeklikle nasıl bir ilişki içerisinde olunduğudur.
Hayatın ilk yılında, içe yansıtma ve bölünme baskındır; çocuk ölüm itkisince yönetilir; bu itki, rahmin sağladığı ve organizmanın her türlü ihtiyacının organizmanın hiçbir çaba sarf etmesine gerek kalmadan sunulduğu kapalı mekân ve zamana dönüşün imkânsızlığı karşısında yaşanan düş kırıklığına cevaben ortaya çıkar.
Ölüm itkisiyle başa çıkabilmek için, özne saldırganlığının bir kısmını anne tarafından temsil edilen dış dünyaya yansıtır. Sonuç olarak, çocuk dış dünyayı kendi içinde bölünmüş bir dünya; kendi içlerinde iyi veya kötü olmayan, başka nesnelerle ilişkilerinde iyi-leşen veya kötü-leşen iyi ve kötü nesneleriyle dolu bir dünya olarak tanır. Yansıtmalı özdeşim çocuğun hayatın zorluklarıyla başa çıkabilmek için kullandığı bir başka savunma mekanizmasıdır. Yansıtmalı özdeşimle birlikte, benliğimi ve içsel iyi nesneleri dışsal kötü bir nesneden gelebilecek olası bir saldırıya karşı korumak için, çocuk içsel kötü nesnelerini dışsal iyi nesneye yansıtır. Çocuk dışsal iyi nesneleri, dışsal kötü nesneleri, içsel iyi nesneleri, ve içsel kötü nesneleri hep birbirine karıştırır. Her şey iç içe geçtikçe, çocuk kendine ve dış dünyaya karşı saldırganlaşır. Bu zor durumla başa çıkabilmek için, çocuk dış dünyaya bütünlükler yansıtır ve iyi ile kötü arasında bir ayrım yapmaz. Bu da çocuğun ölüm itkisince yönetilen halden, yaşam itkisiyle yönetilen hale geçtiği anlamına gelir.
Gelişimin üçüncü aşamasında, depresif konum vardır. Depresif konumla birlikte, çocuk, içinde bulunduğu içe yansıtma ve yansıtmalı özdeşimin paranoid-şizoid konumda, yalnızca iyi nesneye değil, aynı zamanda kötü nesneye saldırmasından ötürü kendini suçlu hisseder. Çocuk bu süre zarfında sevgi dolu ve şefkatli annenin paranoid saldırılara maruz kaldığının farkına varır. Sebep olduğu zararı telafi etmek için, çocuk toplumsal gerçekliği temsil eden anneyle olan ilişkisini onarmaya çalışır. Klein açısından depresif endişe bir ilerleme göstergesidir.
Bu psişik süreçler hayatın sonuna dek sürer. Çocuk aynadaki imgesini kendisi olarak tanımlar. Lacan, Klein’ın depresif konumuna “ayna aşaması” adını verir.
Hayalînin simgesele karşıt olduğu fakat aynı zamanda onunla üst üste bindiği Lacancı anlamda da, hayalî, benliğin temel cezbedilişini, Oedipus kompleksinden önceki (ve ondan sonra da devam eden) bir aşamanın tanımlayıcı damgasını, insanı kendi yansımasından yabancılaştıran ve onu kendi kopyasının kopyası yapan aynanın kalıcı izini, anneyle olan özel ilişkinin derinden süregidişini, eksikliğin ve sonsuz kovalamacanın saf etkisi olarak arzuyu, bilinçdışının ilksel nüvesini (ilksel bastırma) betimler. Tüm bunlar, şüphesiz, bir bakıma ilksel olarak yerinden olmuş uzuvlarımız için sahici bir fiziksel yedek, bir protez işlevi gören o öteki aynanın, sinema perdesinin, işlemesiyle yeniden etkinlik kazanır.[11]
Bir hayalî ve narsistik özdeşimler dönemi olan ayna aşamasında, çocuk aynada gördüğü yanılsamaya inanır. Kendini bir bütünlük olarak görür ve hakikaten bir bütünlük olduğuna inanır. Bu, ötekinin arzu nesnesi olan benlik ile öznenin gördüğü haliyle benlik arasında geçen bir çatışma dönemidir. Aynadaki yansıma, ölüme dek sürecek olan içe yansıtma ve yansıtmalı özdeşim sürecini başlatır.
[…] Lacan tarafından tarif edildiği şekliyle ayna deneyimi, özsel olarak hayalî olanın (= bir hayaletle, imgeyle özdeşim yoluyla benliğin oluşumu) tarafında konumlanmıştır. Ayna, buradaki, büyük Öteki olarak işlev gören yansıması ayna alanında zorunlu olarak çocuğunkinin yanında görünen ve çocuğu cama doğru tutan annenin dolayımıyla simgesel olana da bir ilk erişim olanağı sağlar gibi görünse de, bu böyledir.[12]
Perde, yansıtmalı özdeşimin alanıdır. Kendimi karakterin yerine koyarım ve filmi onun perspektifinden görmeye çalışırım. Bir bakıma, kendimi narsistik bir biçimde bütün bir kişi olarak filmin bağlamında konumlandırmaya çalışırım. Fakat perde, bu ayna benzeri niteliğini, ona eriştiği anda kaybeder. Perdeyle birlikte, daha gelişmiş bir süreç işlemeye başlar ve bu sürece, basitçe özdeşim değil, yansıtmalı-özdeşim adı verilir. Özne filmdeki karakter olmadığının ayırdındadır, fakat buna rağmen, sanki bütün bu maceraları yaşayan oymuş gibi, bu kimliği üstlenir.
Ben, bir filmi izlediğimde, kameranın gözü olurum. Her şey benim etrafımda olup biter ve ben bütün bu olup bitenin gözlemcisi olurum. Bir film izlerken, bir bakıma, yarı-tanrılaşmış bir yaratığa dönüşürüm; her-şey-olmayanı herkesin-üstünde-olmayan bir konumdan gören, duyan bir yaratık; ve aşkın ile içkin arasındaki ikili ayrımı anlamsız kılan bir konum. Olayların hem içinde, hem dışındayım, ve bedenimle ve geriye kalan her şeyle aynı anda hem buradayım, hem başka bir yerde. Benliğin gözünü mümkün kılan ötekinin gözüdür.
Sinema ve Fetişizm
Bokun bile bir ticari değeri vardır. Bu, elbette, bokun kimin boku olduğuna bağlıdır. Söz konusu olan insan boku olduğunda, ondan kurtulmak için para ödemeniz gerekir. Fakat hayvan boku, birileri onu yenilemeyeceği için değersiz olarak görmek yerine kullanmayı öğrendiğinde, oldukça verimli ve etkili bir gübre olabilmiştir. “Bilakis, annenin bedeninin temaşasına yansıtılan bu terörün ta kendisidir, ve bu, anatominin farklı bir konformasyon gördüğü yerde bir eksikliğin okumasını yapmaya davet eder.”[13]
İçgüdüler bile öznenin kendini içinde bulduğu süperpanoptik yansıtma-içe yansıtma mekanizması tarafından üretildiğinden, bilinçdışına kendini ifade etmesi için bir serbestlik kazandırmak, içerideki kötünün dışa yansıtılmasını üretir. Freud’a göre, ölüm itkisi sonsuzluk, hiçlik, ve ölüm için verilen bir mücadelenin etkisidir. Ben, sebebi olduğunu da ekleyeceğim.
Meta fetişizmi, hiçliğin, öznenin arzusunun Gerçeğinin inorganik nesnelerce temsil edilmesi arzusu olduğu ölçüde, hiçlik istencine eşittir. Kapitalizm nesnelerin kullanım değerinin yerine iki-boyutlu ticari değeri koyar; böylece, özne arzulanmak için arzular, ve bunu da ancak meta fetişizminin iki boyutlu alanını benimseyerek, kendisi bir fetiş nesnesine dönüşerek yapabilir. Marcuse’nin tek-boyutlunun iki-boyutluyu massettiği yönündeki şikâyetini hatırlar ve aynı zamanda Marcuse’nin iki-boyutlu kültürünün bugünün baskın kültürüne dönüştüğünü hatırda tutarsak, çözümün, büyük Ötekine, hayatlarımızda hangi biçimle karşımıza çıkıyor olursa olsun, “Kendimi senin beni gördüğün gibi görmüyorum,” demek olduğu daha anlaşılır olacaktır.
Bizim fikrimizce, fetişizm yalnızca sadizmde, o da ikincil ve çarpıtılmış bir halde, ortaya çıkar. Fetişizm inkâr ve gerilimle olan özsel ilişkisinden yoksun bırakılmıştır ve, sadistik yoğunlaşma sürecinde bir fail olmak üzere, tamamıyla farklı olan olumsuzluk ve olumsuzlama bağlamına geçer.[14]
Böylece ölüm itkisi hâlihazırda var olan nesneleri bölerek yeni arzu nesneleri üretir. Ölüm itkisi olarak özne, simgesel olanı bölerek, hiçliği ve ölümü temsil etmek üzere yeni arzu nesnelerinin ortaya çıkmasına imkân tanıyan mekânlar açar.
İyi nesne bilginin tarafına geçmiştir ve sinema kötü bir nesneye dönüşür (‘bilim’in geride durmasını kolaylaştıran ikili bir yer değiştirme). Sinema ‘infaz edilir’, fakat bu infaz aynı zamanda bir onarımdır (bilme durumu hem saldırgan, hem de depresiftir), fakat göstergebilimciye özgü, özel bir onarım: Kurumdan, ‘incelenmekte olan’ koddan alınanın kuramsal bedende yeniden kurulması.[15]
Sinema hakkında yazmak, temelde, simgesel düzenin bir eleştirisidir, çünkü hem yazma, hem de sinematik üretim simgesel toplumsal etkinliklerdir. Sinema hiçliği örten bir şeyin arzusunu doyuma ulaştırarak yaşam itkisini sömürdüğünden, sinema hakkında yazmak esas olarak simgesel olanın ardındaki hiçliği ifşa etmeye çabalayan ölüm itkisince yönetilir. Bir filmin örttüğü, hiçlikten başka hiçbir şey olamaz; ve filmin ardındaki bu hiçliği ifşa etmek özne ile gösteren arasında bir bölme koyar. Bu açıdan bakıldığında, psikoterapi var olan toplumsal düzeni eleştirir olur, çünkü eleştirmen filmi eleştirmekle film endüstrisini tedavi eder, ki bunun da seyirci üzerinde tedavi edici bir etkisi olur
Sinemada olduğu kadar başka alanlarda da, fetişizmin iyi nesneyle yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Fetişin işlevi, (Melanie Klein’ın söylediği anlamda) kendi ‘iyiliği’ içerisinde, eksikliğin dehşete düşüren keşfi tarafından tehdit edilen iyi nesneyi yeniden kurmaktır. Yarayı kapayan ve kendi erotojenik olan fetiş sayesinde, nesnenin bütünü aşırı bir korku olmaksızın yeniden arzulanabilir olur.[16]
Metz’e göre, sinema bir fetiş nesnesidir. Filmler eksik olan bir nesneyi temsil ederler. İmgelerin perdedeki yansıması, perdenin ardındaki, imgelerin görünmesini mümkün kılan hiçliği saklar. “Fetiş, fiziksel haliyle sinemadır. Fetiş her zaman maddîdir: bir kimse, yalnızca simgeselin gücüyle onu telafi edebilmeye başlamışsa, artık fetişist değildir, demektir.”[17]
Sinema, ulaşılmaz arzu nesneleri üretir. Bu nesneler, bir boşluğu doldurarak, hiçliği daha da ulaşılmaz bir hale getirir. Sakladıkları bir şey olduğu hissini uyandırarak, hiçlik arzusunu üretirler. Gelgelelim, sinemanın hiçlik istencini sömürme gücü, bir ideoloji biçimi olarak sinematik aygıtı eleştirebilmemiz için elimizde olan tek araçtır.
Arzu nesnelerinin yüceleşmesi, sinema ve televizyon aracılığıyla olur. Daha da ulaşılmaz olmalarıyla birlikte, daha da yüceleşirler. Sinemanın yaptığı, bir bulunuş yanılsaması yaratmaktır. Sinema hiçliğin yerine geçen bir nesne sunarak eksik bir nesneyi gösterir. Perdede gördüğümüz de bir eksikliğin bulunuşudur. Sinemanın keyfine varabilmesi için, öznenin yapması gereken şey, izlediği şeyin yalnızca bir eksikliği kapatan bir bulunuş, öznenin arzusunun Gerçeğinin temsil edilişi olduğunu bilmektir. Böylece Metz, “fetişin fiziksel haliyle sinema olduğunu” söyleyebilecektir.[18] Bu haliyle, fetiş, hiçlikten başka bir şey olmayan Gerçek arzu nesnesini temsil etmek üzere üretilendir; bu anlamda, fetiş, hiçlik istencini tatmin etmek için üretilir.
Sinematik anlatı olayları gerçek sırasıyla göstermez. Kesintiler, boşluklar, sahneler arası alanlar vardır. Bütün bunlar -kesintiler, boşluklar, sahneler arası alanlar- bir dış gerçekliğe doğru açılmalardır; gösterilenin dışında bir şey olduğu hissini uyandırırlar. Seyirci, filmde olup bitene dair bilmediği bir şey olduğuna inandırılır. Her insana içkin olan bu bilinmeyene dair merak, sinema tarafından sömürülür. Seyircinini perdede gördüğüne aynı anda hem inanmasını hem inanmamasını sağlayarak, sinema kendisi ile seyrici arasında müphem bir ilişki yaratır.
Sinema, anlatıda boşluklar bırakarak, yansıtmalı özdeşime olanak tanır. Seyirci filmin metnindeki eksikliğin üzerine içindekileri yansıtır. Bu boşlukları kendi içsel kısmi nesneleriyle doldurur ve filmin bölünmüş anlatısına bir bütünlük ve süreklilik empoze eder.
Ölüm itkisi bölünme ve içe yansıtma içerir. Ölüm itkisi olarak özne verili bütünlük ve süreklilikleri böler. Ölüm itkisiyle yönetilen bir seyirci için filmdeki karakterlerle özdeşleşmek imkânsızdır. Bilakis, bu seyirci hiçbir şeyi arzular ve onsuz hiçbir anlam olmayacağını bildiği hiçlikle özdeşleşir. Ölüm itkisi, anlatıdaki boşlukları doldurmak yerine, onlara ışık tutar, bu boşlukların anlatıya içkin olduğunu ifşa eder. Anlatının yarım kalmışlığı, anlamının olanaklılığının koşuludur.
Bu iki seyirci türünü birbirinden ayırt edebiliriz: yaşam itkisince yönetilen seyirci ile ölüm itkisince yönetilen seyirci; çağrışımcılık ve çözülmecilik.
Çağrışımcılıkta, özne kendini hayalînin ortamına yerleştirir ve filmdeki karakterlerle özdeşleşir. Çözülmecilikte, özne iç ve dış nesneler arasında yeni bölünmelere yol açar ve özdeşimi kendi için imkânsız kılar.
Yaşam itkisi dünyayla bir olma istencidir; taklitçilik ve çağrışımcılık ardındaki güçtür. Ölüm itkisini taklitçilik ve çağrışımcılıkla irtibatlandırmak yanlıştır. Ölüm itkisi olarak özne bütünlüklerin ve sürekliliklerin çözülmesine ve bölünmesine yol açar. Korku filmlerinde, seyirci açısından hakikat bilgisinin yokluğu, yani seyirciye her şeyi bilen gözün rolü verilmemesi, seyirciyi meraklı kılar ve böylece filmde ne olup bittiğini anlamak için karakterlerle özdeşim kurmaya zorlar. Filmi seyrederken doldurulacak boşlukların bolluğu karşısında, yaşam itkisi izleme süreci boyunca yaptığı işlerden dolayı gücünü yitirirken, ölüm itkisi bastırıldığı için daha fazla güç kazanır. Nihayetinde, yaşam itkisi çöker ve ölüm itkisi salonu kaplar.
Korku filmi, ölüm itkisi ürünü olsa da, yaşam itkisini, yani seyircinin bütünlük oluşturma, eyleme istencini, anlatıdaki boşluklardan ve tutarsızlıklardan kurtulma arzusunu sömürür. Ölüm itkisi olumsuzlamayı olumsuzlar ve ulaşılabilecek en üst olumlama düzeyine ulaşır. Thanatos hiçbir şey istemezken, Eros hiçliği ister. Thanatos’un Nietzsche’nin şu sözünü tersine çevirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz: “insan hiçbir şey istememektense, hiçliği ister.” Eros hiçliği istemeyi ister ve her şeyin yerli yerine oturması için bütünlükler oluşturma işine girişir; sistemin hiçbir eksiği, dolayısıyla Eros’un da hiçbir isteği olmayacaktır. Thanatos bölünmelere yol açar, ve simgesel olanın ardındaki hiçliğe ulaşmaya çalışır. Thanatos hiçliği istemez; hiçbir şey istemez. Hiçbir şey istemez ki, her şeyin ortasındaki hiçliği, var olan her şeyin ardında hiçbir şey olmadığını gösterebilsin.
Eros hiçbir şeyin eksik kalmamasını, eksikliğin eksik kalmasını isterken, Thanatos yaşamı olduğu gibi olumlar ve eksikliği ister, bir şeylerin eksik kalmasını, her şey söylendikten ve yapıldıktan sonra o eksikliğin varlığını sürdürmesini ister, ki böylece o eksikliğin sunduğu hiçliği arzulayabilsin. Thanatos hiçbir şeyin yerine bir şey koymayı istemez; bilakis, o, her şeydeki eksikliği ister. Olumsuzlamayı olumsuzlayarak, ölüm itkisi yaşamı olduğu gibi, yani bitmemişliğiyle, ve tam ortasındaki hiçlik ve ölümle birlikte olumlar.
Sonuç yerine
Bu denemede, sinematik aygıtı psikanalizle olan ilişkisi içerisinde çözümlemeye çalıştım. Adını anmamış olsam da, denemenin bütününde Gilles Deleuze’ün etkisi vardı. Henüz Fark ve Yineleme’de Deleuze beyni bir perde/ekran olarak anlar. Bana kalırsa, Deleuze’un bir perde/ekran olarak beyin anlayışının kökleri, onun Fark ve Yineleme’de yeniden yarattığı ölüm itkisi kavramındadır. Onun temsilî varlık tarzına karşı çıkışı, aslında Freud’un itki kuramındaki aşkınlığa yönelmiş kavramsallaştırmalara karşı bir saldırıdır. Deleuze külliyatı bilinçdışı itkiler ile bilinçli arzular arasındaki ilişki üzerine bir araştırma olarak okunabilir. Bu bağlamda, Deleuze’cü felsefeye sadık kalmak adına, beyni yalnızca bir perde/ekran olarak değil, aynı zamanda bir projektör olarak yeniden kavramsallaştırmak gerekir.
Sinematik aygıtın yalnızca bilinçli anlığı değil, aynı zamanda bilinçdışı itkileri de tetiklediğini, böylece yalnızca bilinç değil, bilinçdışını da ürettiğini düşünüyorum. Bilinçdışının arzuları ürettiği konusunda Deleuze’le hemfikirim, ancak Deleuze’de eksik olduğunu düşündüğüm şey, bilinçdışının da her zaman hâlihazırda sinema, medya, ve televizyon gibi dış güçler tarafından üretildiği fikridir. Dolayısıyla, bilinçdışının ürettiği arzu her zaman hâlihazırda hâkim şeyler düzenine hizmet eden hâkim bir arzulama tarzına uyum sağlamaya meyillidir.
İngilizce’den Çeviren: Mehmet Ratip
[1] Louis Althusser, “The Ideological State Apparatuses,” [İdeolojik Devlet Aygıtları] Mapping Ideology [İdeolojiyi Haritalandırmak], der. Slavoj Zizek (Londra: Verso, 1994), 123
[3] Gilles Deleuze, “The Brain is the Screen.” The Brain is the Screen: Deleuze and the Philosophy of Cinema. Trans. Marie Therese Guiris. Ed. Gregory Flaxman (Minneapolis and London: University of Minnesota Press, 2000), 367.
[4] Christian Metz, The Imaginary Signifier: Psychoanalysis and Cinema [Hayalî Gösteren: Psikanaliz ve Sinema], çev. Celia Britton, Annwyl Williams, Ben Brewster and Alfred Guzetti (Londra: Macmillan, 1982), 136-7
[5] Christian Metz, The Imaginary Signifier: Psychoanalysis and Cinema [Hayalî Gösteren: Psikanaliz ve Sinema], çev. Celia Britton, Annwyl Williams, Ben Brewster and Alfred Guzetti (Londra: Macmillan, 1982), 120
[7] Jacques Lacan, The Seminar, Book XX: Encore, On Feminine Sexuality, The Limits of Love and Knowledge [Kadın Cinselliği Üzerine, Sevginin ve Bilginin Sınırları] (New York: Norton, 1998), 48
[8] Slavoj Zizek, Did Somebody Say Totalitarianism?[Biri Totalitarizm mi Dedi?] (Londra: Verso, 2001), 183
[9] Metz, The Imaginary Signifier [Hayalî Gösteren], 70
[10] Melanie Klein, The Psychoanalysis of Children [Çocukların Psikanalizi], çev. Alix Strachey (Londra: The Hogarth Press, 1975)
[11] Metz, The Imaginary Signifier [Hayalî Gösteren], 4
[14] Gilles Deleuze, Coldness and Cruelty [Soğukluk ve Zalimlik], çev. Jean McNeil (New York: Zone, 1989), 32
- Surrealist Films (cinemaroll.com)
- Lost in translation (guardian.co.uk)