-
Recent Posts
- Terence McKenna: The Transcendental Object at the End of Time [Documentary]
- The Three Modalities of Immanent Infinity: Life, Matter, and Thought in Henry, Deleuze, and Badiou (Audio Essay)
- A Brief Note on Kant
- The Immanence of Truths – Alain Badiou
- Hyperstition: Altering the Supposedly Predestined Future, or, Utopia as Method, Structure, and Process
- Dialectics of Time and Event from Kant and Hegel to Deleuze and Badiou
- Cronenberg, Burroughs, Deleuze (2) – The Evil Spirit and The Spiritual Automaton
- The Trouble With Pleasure: Deleuze and Psychoanalysis — Subliminal Sensibility
- Slavoj Žižek – Masterclass 1 & 2: Surplus-Value, Surplus-Enjoyment, Surplus-Knowledge
- Three Modalities of the Immanent Infinitude: Life, Matter and Thought in Henry, Deleuze and Badiou
- The Neurocognitive Revolution: Triumph or Agony?
- Postnihilistic Speculations: The Ontology of Non-Being
- Contingency, Necessity and the Final Absolute
- Zizek and the Hungry Seagull
- Philo-Fiction, Chasm, and the Abstract Manifesto
- Appeal by Sartre, Foucault, Guattari, Deleuze and others on imprisonment of Italian intellectuals, 1977
- Urbanomic Accelerationism Reader
- #www
- Karanlıkta Kalmış Bazı Mevzuları Aydınlığa Kavuşturmak Maksadıyla Dr. Lawgiverz ve Takamuro Kootaro’yla Yaptığımız Sıradışı Söyleşi
- The Immanence of Truth as a Process of Situating Eternity in Time
- HighIQPro Brain Training Software
- The Butterfly Effect
- What Should We Do with Our Brain? ~ Catherine Malabou
- Mindware (Neuroplasticity Software)
- Dark Chemistry aka S.C. Hickman on The Nietzschean Subject; or, the Prison-House of Delirium
- Excision Ethos: Flat Ontology and the Posthuman Object/Subject (via Dark Chemistry)
- Intellectual Mitosis (via Aberrant Monism)
- Alenka Zupančič On Comedy: The Odd One In (via Perverse Egalitarianism)
- Laughing all the way to the Bank, and eating a Banker – Notes on Subversive Humour and Impossible Violence (via counterrealism:)
- Harman on Deleuze and disappointing realisms (via Object-Oriented Philosophy)
- On The Idea of Communism (via Total Assault On Culture)
- Meillassoux: Lenin's Best Disciple (via Perverse Egalitarianism)
- the accursed share: Zizek and Materialism
- Freedom’s Fairytale? Pt. 3 Narratology, the Ancestral and the Real (via Naught Thought)
- Derin Devletin Derin Kıbrıs’ı ~ Oya Baydar
- Apocalypse Never – The End of the World from Hakim Bey, T.A.Z. The Temporary Autonomous Zone, Ontological Anarchy, Poetic Terrorism(With Apologies to 2012…) (via The Necromancer)
- Zimmermann, 'Basic Concepts of Transcendental Materialism' [Updated] (via Speculative Heresy)
- Activism in structuralism: Badiou's Cartesianism and the dehumanised humanism of novelty (via Speculative Humbug)
- The Immortal Subject Beyond The Life Death Drives
- Dark Chemistry on The Life Death Drives
- Dr Meillassoux, Or How I Learned To Kill An Unconscious God (via Psychoanalysis and Speculative Realism)
- Zachary Luke Fraser's draft translation of the first chapter of Alain Badiou's Of Ideology
- Lacan's Unpublished Seminars (via Larval Subjects .)
- "Radical Thinkers: Judith Butler, Simon Critchley and Jacques Rancière on the importance of critical theory to social movements today." (via PHILOSOPHY IN A TIME OF ERROR)
- Object-Oriented Psychoanalysis and Derridean Deconstruction (#Derridagate)
- Graham Harman: The Object Smasher; or, the rhetorics of rubble (via Dark Chemistry)
- Dark Chemistry > Alien Manifesto: The Interrogation of the Real – Speculations on Realism and Materialism (via Object-Oriented Philosophy)
- "Where would I go, if I could go, who would I be, if I could be, what would I say, if I had a voice, who says this saying it’s me?" (Beckett – 2)
- Krapp’s Last Tape (Beckett – 1)
- nihilizm meselesi (via Mutlak Töz)
- The Imprisoned Creators of Our Times
- Some Remarks About Fantasy (via Larval Subjects .)
- Contemporary Art from Xetobyte
- The Unhappy Consciousness, or, Stoics and Sceptics locked in Klein’s projection-introjection mechanism
- A Conversation Around Nietzsche Between a Stoic and a Sceptic
- The ir-re.press-ible speculative turn (via ANTHEM)
- Peter Neilson, Secateurs, 2009 (via ANTHEM)
- The Significance of Gerald Edelman's Cognitive Neuroscience
- Graham Harman in Cyprus (via Object-Oriented Philosophy)
- The Speculative Turn: Continental Materialism and Realism
- Deconstruction, Psychoanalysis, and the Critique of Contemporary Culture
- Lawgiverz
- Lovecraftian Science/Lovecraftian Nature (via Speculative Heresy)
- Ben Woodard – 'A Nature to Pulp the Stoutest Philosopher: Towards a Lovecraftian Philosophy of Nature' (via REAL HORROR)
- MANTIS 075 + VOCODE RECORDS
- Conversation with Meillassoux (via Hyper tiling)
- The Black Dog – UR, We Are – One Hour With Underground Resistance
- Olay ve Hakikatin Bozguna Uğrattığı Fantezi Makineleri – Emre İleri (via Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı)
- Geçici Otonom Bölge: Henüz Ölmemiş Ölüler
- Kardeş Ruhlar Buluşunca
- Soğuklar ve Savaşlar
- Aklın sınırlarına ve ötesindeki sonsuzluğa yaptığı yolculuklarda Kant hep yalnızdı
- The Island: Waiting for a day that will never come
- ADA: Hiç gelmeyecek bir günü beklemekle geçiyor yıllar
- MANTIS RADIO 067 + RABID GRAVY + STURQEN
Pages
- Follow SenseLogic on WordPress.com
Blog Stats
- 55,557 hits
Tag Archives: marx
A Lacanian Ink Event – Jack Tilton Gallery – NYC, 10/15/2010
Introduction by Josefina Ayerza
Post-yapısalcılık adlı düşünce akımının son otuz yılda deforme olmakla kalmayıp özündeki ideoloji karşıtı duruşa son derece ters düşen bir şekilde yüceltilerek global kapitalizm dedikleri üretim ilişkileri biçiminin elinde şamar oğlanına döndürüldüğünü artık hepimiz biliyoruz. Ünlü Alman düşünürü Karl Marx’ın tarif ettiği biçimiyle kapitalizm, içinde bulunduğumuz şu günlerde çok daha vahşi bir hal almıştır ve karşıtlarını içinde barındırmakla yetinmez, bunları kendine hizmet edecek şekilde deforme edip anti-kapitalist güçleri etkisiz ötesi kılar. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, örneğin Gilles Deleuze ve Felix Guattari gibi aklı ve deliliğin anlamını sorgulamakla işe koyulmuş, akabinde geliştirdikleri bir atakla ise Freud’cu psikanalize ve Marxizm’in ortodoks kanadına Nietzsche vasıtasıyla karşı çıkarak materyalist bir psikiyatri ve ortotoks olmayan bir Marxizm yaratma çabalarının nasıl olup da global kapitalizm dedikleri üretim ilişkileri biçiminin boyunduruğu altına girerek global anormalleşmeye hizmet eder hale geldiğini idrak etmemiz kolaylaşır.
Post-yapısalcılık özünde yapısalcılık, Batımerkezci aklın egemenliği ve Aydınlanma akımına bir tepki olarak Fransa’da doğmuş ve bu akımların kalıpçı ve dogmatik yanlarını budamaya yönelik teorik yazılarla işe başlamıştır. Özellikle Michel Foucault, Gilles Deleuze, ve Jacques Derrida’nın birbiri ardına yayınladıkları kitaplarla Kuzey Amerika üzerinden tüm dünyaya yayılmış bir düşünme biçimidir post-yapısalcılık. Temelde durağanlık karşıtı ve sürekli değişim taraftarı olmasına karşın post-yapısalcılık Kuzey Amerika’lı akademisyenlerin öğrencilereine çarpıtarak aktarmakta tereddüt etmediği ve bunun neticesinde de çarpıtılmış, yani Amerikanlaştırılmış haliyle edebiyat ve sinema başta olmak üzere tüm kültürel üretim alanlarının egemen teroik temelini oluşturmuştur. Hollywood filmlerinin post-yapısalcılığı para getirecek şekilde deforme edip sömürerek kitlelere ulaştırması neticesinde ise bu akım bugün maalesef bir tepki olarak doğduğu kapitalist ve Batımerkezci düşünce kalıplarının oyuncağı olmuştur. Tabii benim bu yazıdaki amacım post-yapısalcılığı global kapitalistlerin elinden kurtarıp hakettiği yere yerleştirmek değil, bunun boş bir çaba olacağı kanaatindeyim. Heidegger’in de dediği gibi “korkunç olan şey çoktan gerçekleşti.” Benim bu yazıdaki amacım post-yapısalcılığın toptan reddedilecek bir düşünce biçimi olmadığını, bilâkis tıpkı Frankfurt Okulu Eleştirel Teori’sinden olduğu gibi ondan da öğrenilecek ve global kapitalizm destekli global anormalleşmeye karşı kullanılacak pek çok şey olduğunu gözler önüne sermektir. Düşünülüp yazılanları arka bahçeye gömüp unutmakla geleceği dünden ve bugünden daha iyi kılmanın mümkün olmadığı kanaatindeyim.
Post-yapısalcılık, yapısalcılık ve Aydınlanma projelerine bir alternatif üretmek maksadıyla ortaya çıkmış ve tek tip aklın egemenliğine karşı alt-kültürleri, delileri, anormalleri, dışlanmışları, sömürülüp bir kenara atılmışları öne çıkarmakla son derece yerinde bir çabanın ürünü olarak özellikle yetmişlerde ve seksenlerde dünyayı sarsmış olsa da, global kapitalizm marjinalliği ve anormalliği moda haline getirerek bu dışlanmış ve öteki diye tabir edilegelmiş grupları marjinalliklerinden ederek günün normu haline getirmiştir. Artık herkes anormaldir ve bununla gurur duyanların sayısı hiç de az değildir. Korku filmlerine baktığımız zaman psikopatların başından geçen ilginç olayları ve doğaüstü hadiseleri çarpıtarak aktarmak suretiyle milyonlarca dolar para kazanan yapımcı ve yönetmenlerin bolluğu göze çarpmakta, hatta gözleri yuvalarından etmektedir.
Post-yapısalcılığın statik ve normalleştirici düşünce kalıplarını yok ederek yerine akışkanlığı ve dinamizmi yerleştirme projesinin pratikte fiyaskoyla sonuçlanmış olduğu doğrudur. Bunun sebebi az önce de sözünü ettiğim gibi kapitalizmin yapısı gereği kendine karşı olan her fikri emip süzgeçtem geçirerek kendi lehine çevirmekte gösterdiği başarıdır.
Marx’ın kapitalizmin kendine karşı olan güçleri bünyesinde barındırdığını ta o zamandan söylemiş olduğunu zaten söylemiştim. Yinelemekte zarar yok, fayda var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’ndan kaçarak Amerika’ya sığınan Theodor Adorno, Max Horkheimer, ve Herbert Marcuse gibi düşünürler Marx’ın işte bu görüşüne Nietzsche’nin toplumsal, etik ve estetik değerlerin yok edilip yeniden yaratılması gerektiği görüşünü de ekleyerek günün koşullarına uyarlamış ve savaş bittikten sonra neşe içerisinde yenilmiş bir Almanya’ya dönerek Frankfurt Okulu’nu kurup bugün Eleştirel Teori diye bilinen yaklaşımın öncüleri olmuşlardır. Temelde kültür ve siyaseti birbirinden ayırmanın yanlış olduğunu vurgulayan Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisine göre kapitalizm hasta bir toplum yaratmakla kalmayıp bu hastalığı sinema, edebiyat ve daha başka kültürel formasyonlar vasıtasıyla popülerleştirerek kitleye pazarlıyordu. Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin içsel çelişkilerini içselleştiren bireyler kişilik bölünmesi yaşayarak kitlesel bir halüsinasyonun kuklaları ve kurbanları haline geliyordu. Dolayısıyla eleştirmenin görevi kendisini toplumun dışına atarak mutsuz bilincine rağmen, hatta bu mutsuzluktan ve yalnızlıktan güç alarak yeni bir düzenin yaratılması yolunda yazılar yazmaktı.
Benzer bir çizgide Gilles Deleuze ve Felix Guattari iki ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni: Anti-Oedipus adlı kitaplarında Marx-Nietzsche-Freud üçgeni içerisinde değerlendirdikleri geç kapitalizmin kendine karşı güçleri hem üretip hem de yok ettiğini yazacaklardır yetmişlerin sonlarına doğru. Her ne kadar şizofreninin sadece kapitalizmin bir ürünü olduğuna katılmasam da Deleuze ve Guattari’nin kapitalizmin kendi ürettiği anormallikleri bastırarak canına can kattığını ve radikal anormalleşmeye götüren bir üretim-tüketim ilişkileri kısrdöngüsüne dayandığını itiraf etmek durumunda hissediyorum kendimi.
Görüldüğü gibi post-yapısalcılık ve Eleştirel Teori birbirinden sanıldığı kadar da uzak değil. Bu iki düşünce akımı yer yer birbirine zıt gibi görünse de aslında aynı hedef doğrultusunda gelişmiş ve birbirine benzer yanları olan, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş iki ayrı muhalif tavırdır. Her iki düşünce sisteminde de göze çarpan en temel özellik disipilinlerarası bir yaklaşım sergileyerek felsefe, psikanaliz, edebiyat, sinema, siyaset alanları arasında yeni bağlantılar kurmak çabasıdır. Bu çaba yer yer başarısızlıkla sonuçlansa da bu farklı söylem biçimlerinin sentezlenmesi elbette ki takdire şayan bir uğraştır ve kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin eleştirisini ekeonomi-politik gibi dar bir alandan kurtarıp kapitalizmin dış yapısı ve iç dinamikleri gereği kendini sürekli yenileyerek büyüyen bir hal aldığı günümüz dünyasında kültür araştırmalarının hakettiği öneme kavuşmasını sağlamıştır. Her iki grubun da geç kapitalizmin dayattığı normlar karşısında anormalliğin eleştirel bir tavır takınmakta faydalı olabileceğini savunması ise bir tesadüftür. Zira biliyoruz ki post-yapısalcılık ve Eleştirel Teori uzun yıllar birbirlerinden habersiz bir şekilde sürdürdüler çalışmalarını. Nitekim Michel Foucault bir röportajında “Adorno’nun çalışmalarından haberim olsaydı kariyerimin başında yazdığım Deliliğin Tarihi adlı yapıtımda söylediğim pek çok saçma şeyi söylemekten kaçınırdım. Fransa’da Ecole Normale’de okurken profesörlerimiz bize hiç bahsetmemişti Frankfurt Okulu’nun çalışmalarından. Adorno’yu keşfettiğim zaman benim patikalar açmakla uğraştığım alanlarda Adorno’nun çoktan beridir caddeler inşa ettiğini görünce hem üzüldüm hem de sevindim,” türünde sözler sarfetmiştir. (Bu noktada tarihi okuma biçimi bakımından Foucault’yla pek çok benzerlikler taşıdığını düşündüğüm Arif Hasan Tahsin’in “Aynı yolu yürüyenler farklı yerlere varamazlar,” sözlerini hatırlamamak neredeyse imkansız).
Dünyamızda hem doğa hem de kültür birbirine paralel olarak sürekli değişiyor. Bu değişimin devamlı suretle bir gelişim şeklinde gerçekleştiğini söylemekse oldukça zor görünüyor. Ve/fakat akışkanlığın moda haline geldiği, kimliklerin global kapitalizm potası içinde eriyerek yer yer birbirine girdiği şu günlerde düşüncenin olduğu yerde sayması elbette ki beklenemez. Bunu beklemek oldukça saçma bir beklenti olur kanaatindeyim. Nitekim kimse de böyle bir şey beklemiyor zaten ve düşünürler de düşüncelerini değiştirip günün koşullarına uyarlamak suretiyle çığ gibi büyüyen bir global anormalleşme süreci karşısında kendi normlarını ve içinde yaşadıkları toplumarın değerlerini eleştirecek yeni yöntemler ve söylemler yaratmak yolunda didinip duruyorlar. Tüm dünyada olduğu gibi yurdumuzda da geçmişten bağımsız bir gelecek düşleri bir tarafa bırakılıp tarihten kaçmanın imkansızlığı yavaş yavaş idrak ediliyor. Artık anlamayan kalmadı bugünün anlam kazanması için dünün unutulmamakla kalmayıp yeniden yazılmasının şart olduğunu. Farklı ve etkili yorum gelmişi de geçmişi de doğrusunu unutmadan yanlış okumayı becerebilmekten geçer. Bunun içinse eleştirel yorumcunun şimdi ve burada içinde yaşadığı koşullardan hareketle ve/fakat bir başka dünyanın, bir başka düzenin kurallarıyla kendi yaşam biçiminin temellerini sarsacak gücü ve cesareti kendinde bulması gerekir sevgili okur.
Bunu yapmayı başarmış en önemli okur-yazarlardan biri olan Slovenyalı düşünür Slavoj Zizek gerek kitaplarında gerekse röportajlarında ütopyaların ölmediğini veya en azından ölmemesi gerektiğini sık sık vurguluyor. Zizek hem post-yapısalcılığı hem de Eleştirel Teori’yi kullanarak bu ikisinin ötesinde ve ne biri ne de öteki olan yeni bir yaklaşımın temellerini atmış bir kişi. Zizek bunu özellikle iki grubun da dışladığı Lacan’ın öznenin oluşum teorisini Hegel’le beslemek suretiyle siyaset bilimi ve kültür araştırmalarına uygulayarak başarmış.
Zizek’in konumuzla alakasına birkaç cümle sonra döneceğiz, ancak öncelikle Lacan’ın neden önemli olduğunu kavramalıyız. Lacan’da karşılaştığımız en önemli yenilik çocuğun biyolojik varlığının sosyolojik varlığa dönüşme sürecinin açıklığa kavuşmasıdır. Lacan’cı psikanaliz büyük oranda işte bu geçiş sürecini anlatmaya çalışır. Lacan’a göre çocuk dili öğrenmeye başladığı andan itibaren biyolojik varlığından uzaklaşmaya başlar. Yani çocuk “benim adım şudur, budur, ben şuyum, buyum” demeyi öğrenmeye başladığı andan itibaren sosyal kimliğini kazanmaya başlamış, ve saltık kimliğinden, yani biyolojik kimliğinden uzaklaşmaya başlamış demektir. Buraya kadar pek de öyle yeni bir şey yok aslında, zira tüm bunlar Freudcu psikanalizle oldukça yakın bir ilişki içerisinde. Ama unutulmamalı ki Lacan’ın burada altını çizmeye çalıştığı nokta dil dediğimiz şeyin olgunlaşma sürecindeki yeri. Dilin edinilmesiyle birlikte çocuk ben, sen, o, biz, siz, onlar ayrımını yapmayı öğreniyor ve böylelikle de kendisiyle sosyal çevre arasına bir çizgi çekiyor, bir sınır koyuyor.
İşte şimdi Zizek’in konumuzla alâkasına gelebiliriz, ki nitekim işte geldik de zaten. Sanırım geldiğimiz bu noktada öncelikle eğlence endüstrisinin global anormalleşmeye katkılarından söz etmemizde fayda var. Biliyoruz ki ezelden beridir eğlenmek için normdan sapmak gerektiği görüşü son derece yaygın. Ortaçağ’dan beridir bir ülkedeki eğlencenin bolluğu o ülkedeki özgürlük bolluğunun göstergesi olarak kabul ediliyor. Ve/fakat bu görüş global kapitalizmin geldiği ve bizi getirdiği noktada anlamını yitiriyor. Meselâ reklamlara baktığımız zaman görüyoruz ki çoğu ürün insana verdiği zevk ve yaşamın tadının daha çok çıkarılmasına katkıları bağlamında değer atfediliyor. Bir mal ne kadar zevk verirse tüketiciye fiyatı da o kadar artıyor. Zizek’e göre global kapitalist sistem artık eğlenceyi kısıtlamıyor, aksine özendiriyor. Yurdumuzdaki eğlence mekânlarının bolluğu ve eğlence sektöründe bir kaç yıldır yaşanan patlama bunun en önemli göstergelerinden biri. Dolayısıyla yurdumuzdaki eğlence mekânlarının bolluğuna kanıp da yurdumuzun her gün ve her bakımdan özgürleşmekte olduğu sonucuna varmak son derece yanlış. Bilâkis eğlence sektöründeki bu patlamayı global kapitalizmin insanları boyunduruğu altına alıp onları özgürleşmekte oldukları yanılsamasına hapsederek salakça bir sevince mahkûm ediyor oluşu şeklinde yorumlamalıyız. Bu yorumu yapabilmemiz içinse çok eğlenmiş ve eğlenceden bıkıp usanmış olmamız gerekmiyor; her ne kadar eğlenceden bıkıp usanarak eve kapanıp bol bol kitap okumak ve Hollywood filmlerinden daha başka filmler seyretmek bu saptamayı yapmayı kolaylaştırıcı faktörler olsa da…
Ha eğer olayı global bazda düşünmek arzusuyla yanıp tutuşmamıza rağmen odaya kapanıp mevcut düzeni eleştiren kitaplar okumak ve sıradışı filmler seyretmek düşüncesine sıcak bakmıyorsak mahalle bakkalına gidip Coca-Cola tenekelerine bakmamız da işe yarayabilir. Coca-Cola tenekesine baktığımız zaman görürüz ki üzerinde “Enjoy Coke!” yazmaktadır ki bu Türkçe’de aşağı yukarı “Kolanın tadını çıkar!” veya abartacak olursak “Kola iç ve zevk al, hatta zevkten kudur!” anlamına falan gelmektedir. Oysa kola içip de orgazm olanını ben henüz ne gördüm ne de duydum. Kola içen adamın da kadının da olsa olsa dişleri çürür, asitten midesi delinir, kendisini çarpıntı bulur, şeker hastası olur ve daha da abartacak olursak kudurur ölür; zevkten değil ama, global ve kapitalist gazdan…
Related Articles
- Conversación en Naught Thought (naxos.wordpress.com)
- Wolf Becoming Anus (averypublicsociologist.blogspot.com)
- New Philosophy for New Media (citeulike.org)
- Trap Rooms Redux (bldgblog.blogspot.com)
- Hegemonies in Society (socyberty.com)
- Oracle Communications Data Model seçeneğine giriş(Getting started with Oracle Communications Data Model option) (tonguc.wordpress.com)
Related Articles
- The woman, animalised | Nina Power (guardian.co.uk)
- News from Pellissippi State Community College (knoxnews.com)
- Philosophy: an urban pursuit? | Clare Carlisle (guardian.co.uk)
INTRODUCTION
by Alex Andrews
Mark Fisher’s book ‘Capitalist Realism: Is There No Alternative?’ is a persuasive diagnosis of contemporary society, an analysis of its political impasses and a call for fresh organization and thought.
Capitalist Realism for Fisher describes the core of today’s ideological moment, particularly in the aftermath of the financial crisis.
Weekend-read short and written in a highly accessible style, Fisher’s work is “intellectual without being academic, popular without being populist” (in the words of Zer0 book series programmatic statement), attempting to bring the work of high theory and political economy to an informed citizenry, carving out a public space for debate that intends to have direct political impact in an ideological stagnant age.
From Spinoza to Deleuze to Wall-E, from Supernanny to post-autonomist theory, Fisher is not afraid to clash high theory with a well-known illustration to startling effect. An insightful blogger at k-punk, outside of this book Mark has been influential in bringing Derrida’s concept of hauntology to music criticism, working through Simon Reynold’s notorious hardcore continuum thesis regarding electronic music and, more recently, providing one of the most interesting commentaries on the World Cup Finals at the group blog Minus The Shooting.
Ceasefire talked to Mark Fisher about his book, education, the internet and the prospect of moving beyond capitalist realism.
The Interview
Can you define ‘capitalist realism’ for me?
Put simply, capitalist realism is the view that it is now impossible even to imagine an alternative to capitalism. Capitalism is the only ‘realistic’ political economic system, and, since this is the case, all we can do is accommodate ourselves to it. This leads to the imposition of what I have called ‘business ontology’ – a version of social reality in which every process is modeled on corporate practices.
Thus, we’ve seen the gradual incursion into public services of forms of bureaucratic self-surveillance (performance reviews, mission statements and so on) that have their origins in business. There is an aesthetic and cultural dimension to capitalist realism too. The concept of capitalist realism was meant to echo socialist realism, and, just as socialist realism was a retreat from the abstraction and experimentation of modernism into the familiar and the familial, so capitalist realism trades on a drab and reductive sense of what reality is. It’s no accident, for instance, that the most successful entertainment format over the last decade or so has been reality TV.
What would be a recent example of the phenomena of capitalist realism?
The bank bailouts are the most spectacular example of capitalist realism we’ve yet seen, and the cuts that are now being imposed come out of the same logic. The bank crisis of two years ago was a major shift from the high pomp of neoliberalism, when it was held that the so-called market would automatically provide the answer to any conceivable problem, to a new phase.
The justification for the bank bailouts was that it was unthinkable that banks should be allowed to collapse, as succinct a statement of capitalist realism as you could wish for. Capitalist realism hasn’t weakened since the bank crises; if anything it has intensified. But now that it has lost the sheath of market utopianism to protect it, capitalist realism appears in more raw and exposed form, which I expect to be massively contested over the next few months. In Britain, the new coalition government has enjoyed a period of phony peace. But I expect this to be interrupted very soon, once the anger that is simmering here finds outlets.
Read More via Ceasefire Magazine – Interview: Mark Fisher
via Negri in English
Related Articles
- The Banality of Fake Profundity (online.wsj.com)
- Pat Kane review of Nicholas Carr’s ‘The Shallows’ and… (theplayethic.com)
- Wolf Becoming Anus (averypublicsociologist.blogspot.com)
- Pick of the Paperbacks (telegraph.co.uk)
- Slavoj Zizek interview for London Literature Festival (telegraph.co.uk)
- Slavoj Zizek: the world’s hippest philosopher (telegraph.co.uk)
- Trotsky: Democracy (socyberty.com)
- Purple Fashion Issue 14 (slamxhype.com)
- Art in the Age of the Communism of Capital (wired.com)
- Slavoj ?i?ek interview for London Literature Festival (telegraph.co.uk)
- After the Postsecular (3quarksdaily.com)
- Philip Hollobone and the (il)logic of the burka debate (liberalconspiracy.org)
- Castro’s second thoughts (timesunion.com)
Sosyal, tarihi, siyasi ve kültürel bağlamlarda ölüm ilanları vermenin son dönemlerde moda haline gelmesinden kaynaklanmaktadır sosyalizmin öldüğünü iddia edenlerin sayısında gözlemlenen inanılmaz artış. Biz ise bu ölüm ilanlarına karşı kayıtsız kalmayı insanımızın menfaati icabı uygun bulduğumuz için sosyalist olduğunu iddia eden, mevcut dünya düzeninin bizi hızla ölüme sürüklediği kanaatine varan ve bu durumdan hiç de hoşnut olmayan kişileriz. Yani biz aslında kapitalist mafyozlar daha çok para kazansın diye dünyanın sonunun gelmesinin kaçınılmaz kılınmasını engellemeye teşebbüs eden insanlarız, ki sen de takdir edersin ki mevcut durum son derece nahoş bir durumdur sevgili lanetlenmiş okur. “Biz”in amacı kolektif bilincin yerleşmesini sağlamak ve yaşamı uzatarak kalitesini arttırmak için demokratik-sosyalizmin şart olduğunu vurgulamaktır. Burada “biz” dediğim kitle aslında hem Zizek’in, hem de Badiou’nun her vesileyle dile getirdiği gibi henüz ana rahminden çıkmamış olan sosyalizmin kendini yaratmakla uğraşan rahimleridir. Belki de son derece yanlıştır henüz oluşmamış bir şeyin öznelerini “biz” diyerek peşinen genellemem. Ama bazı durumlarda çoğul ekinin faydalı olabileceği ve dünyada oluşmaya başlamış olsa da yurdumuzda henüz oluşmamış olan böyle demokratik-sosyalist bir kitlenin oluşumuna katkı koyabileceği kanaatindeyim. Dünyamızda ve yurdumuzda yeni bir solun oluşumu için gerekli koşulları yaratmak mümkündür. Nitekim pek çok ülkede, özellikle de Latin Amerika ülkelerinde global kapitalizme alternatif yeni sosyalist oluşumlar gittikçe artmaktadır. Ben şahsen özgürlüğün toplumdan kopuk bir şekilde yaşanabileceğine, toplumdan bağımsız küçük bir kitlenin kendi içine kapalı oluşumlar vasıtasıyla sosyalizmi hayata geçirebileceğine inanmıyorum, ki zaten bu bir inanç meselesi değil, tarihin bize göstermiş olduğu bariz bir gerçektir. Bunun ışığında denebilir ki yeni birlik ve bütünlük modellerinin sadece nasıl yaratılabileceği değil, teoride zaten yaratılmış bulunan bu modellerin nasıl hayata geçirilebileceği, bunların hayata geçirilmesi için gerekli koşulların nasıl yaratılabileceğidir mühim olan. Öncelikle düşünülmesi gereken şey mevcut birlik ve bütünlük modellerinin neden işlemediği ve sırtımızı dayadığımız dağlara neden kar yağdığıdır sevgili okur. İç çekişmelerden bir türlü kurtulamayan bir sola sahip olduk ezelden beridir. Bunun en önemli sebebinin ise ortak hedef belirlemedeki beceriksizlik, ve tartışmalar esnasındaki samimiyetsizlik olduğunu düşünüyorum. Yani işte aslında bu güne kadar kimse gerçekten istemedi mevcut düzenin değişmesini? Sol’un bölünmüşlüğü sağın da solun da işine geldi hep, her ne kadar bunun tersini iddia etseler de, ki zaten işte bu sebeptendir ki solculuk bir endüstriye dönüşerek rant sağlama aracı haline geldi. Yani işte görüyorsun sen de, ana rahminden çıkamayan bir şey olarak kaldı sosyalizm.
Belki de Marx en az Marxist olan kişiydi bu dünyada, zira biliyoruz ki Marx asla kullanmamıştır Marxizm diye bir sözcük. Marxizm, Marx’ı yorumlayanların icadıdır. Doğru yorum diye bir şey olmadığını akılda tutarsak ise bütün Marxizm’ler aslında Marx’ın yazdıklarının çarpıtılmış birer versiyonudurlar diyebiliriz, ki nitekim işte dedik de zaten. Tabii bu demek değildir ki Marx’ın kitapları kutsal ve dokunulmazdır, tam aksine, herkes alıp bu kitapları ülke koşullarının gereklerine göre yorumlamalı, zamanın getirdiklerine göre değiştirmeli, bozmalı, yeniden yapmalı, yeniden bozmalı, gerekirse radikalleştirmelidir. Mutlak anlam diye bir şey olmadığını hemen hemen her yazımda vurguluyorum zaten ve buna mutlak anlamın ideolojik, yani gerçek hayatta olmayan doğaüstü bir şey olduğunu da eklemeden edemiyorum hiç. Yeni bir sosyalizm yaratılacaksa bu elbette ki eski sol modellerin mezarı ve eski ortodoks-Marxizm’lerin enkazı üzerine kurulacaktır. Çünkü global kapitalizm bu eski modelleri çoktan asimile edip kendi parçası kılmıştır. Yani düşman sanıldığından da kurnaz ve/fakat gene sanıldığından da acizdir tamamen dışında oluşabilecek bir kuvvet karşısında. Sosyalizm aslında ölmedi, sosyalizm daha ana rahminden çıkamadan deformasyona uğradı ve sosyalsist olduğunu iddia edenler sosyalizmin kapitalist kollar arasında şekil ve şemal değiştirmesine katkı koymaktan başka bir şey yapmadı. Tıpkı Badiou’nun bir röportajında dediği gibidir yani hadise, “eğer ölen bir şey varsa bu sosyalizm değil, sosyalizmin yokluğudur.” Yani Badiou’nun Marxizm’in asla sosyalizme dönüşmediği tespitinden hareketle şunu söylüyorum burada: Marxizm bir ideoloji değil, materyalist bir değişim ve doğa felsefesidir. Marx’ın kendisi bunu daha Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark adlı doktora tezinde Aeschylus’un Zincire Bağlı Prometheus eserinde Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e söylediklerini alıntılayarak dile getirmiştir çok net ve kesin şekilde. Bakın ne diyor Berlin’in 1841 Martında kedilerin orgazmik çığlıkları arasında doktora tezini bitirmeye çalışan genç Marx:
Felsefe, kendisinin görünüşte sarsılmış medeni durumuna sevinen o zavallı mart kedilerine ise, yine, Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e verdiği karşılığı vermektedir: “Şunu bil ki şu kötü kaderimi, Senin köleliğine değişmem bu dünyada. Zeus’a sadık uşak olmaktansa, Şu kayanın kulu olmak yeğdir bana.” (1)
Marx’ın Alman İdeolojisi adlı kitabı ise bu düşüncesinin kariyeri ilerledikçe güç kazandığının en önemli kanıtıdır; orada ideoloji kavramı masaya yatırılıp doğranmış ve parçaları yem diye sömürgenlere fırlatılmıştır. Pek çoğu bu yemleri bir sokumda yutup Marxizm’i bir ideoloji olarak dışkılamakla kalmamış, hemen akabinde de bu dışkıları kapitalizmin çölünde gübre olarak kullanmak suretiyle dünyanın bir kısmını Las Vegas’laştırırken öteki kısmını istila etmek ve kötü kalpli karanlık kuvvetlere peşkeş çekmek için silah endüstrisinde çalışacak işçilere yedirerek gücüne güç katmıştır. Bu durumda şunu söylemeden edemiyorum sevgili okur: Ölen ölü kalsın, ölmeyenler ölü taklidi yapmaktan vazgeçsin, zira kitlenin taptığı tanrıları onaylamak, kitleye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Not: Karl Marx aslında sanıldığı kadar dogmatik bir düşünür değildi. Kendisi daha üniversitedeyken din ve ideoloji eleştirilerine başlamış, Hegel’ci diyalektiği benimsemiş, ve materyalist bir çizgide radikal dönüşümün mümkün kılınması için yazılması ve yapılması gerekenler üzerine kafa yormuştur. Orta-sınıf bir ailenin oğlu olan Marx kafası son derece karışık bir insandı önceleri ama sonra düşüncelerini yerli yerine oturtarak yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri oldu. Üniversite yıllarında kendini içkiye vermiş ve aşk şiirleri yazarak teselli bulmaya çalışmıştı Marx. Gittiği hemen hemen her ülkeden sürgün edilerek gezgin bir serseri portresi çizmek durumunda kalmıştı uzun bir süre, ve/fakat sonra Paris’te zengin bir işadamının oğlu olan Engels’le tanıştı. Marx Paris’te de tutunamayınca Engels’le birlikte Londra’ya giderek dünyaya bunalımlarının damgasını vurdular. Çok sevdiği karısının Marx’a “Kapital’i yazacağına o masadan kalk da biraz kapital yapmaya bak,” dediği söylenir.
(1) Karl Heinrich Marx, The Difference Between the Democritean and Epicurean Philosophy of Nature, Thesis for the Degree of Doctor of Philosophy, Collected Works of Marx and Engels (Moscow and London: Progress Publishers, 1975), 29-30
Büyük evlerin küçük odalarında yaşadım, yüksek yerlerdeki alçak adamlarla tanıştım. Çocukluğum can sıkıntısıyla mücadele ederek geçti. Can sıkıntımı yenmek için savaş filmleri izlerdim. O dönemlerde Vietnam savaşı yeni bitmişti ve Amerikanlar savaş filminden başka film çekmiyordu. Savaştan dönüp de topluma adaptasyon sorunu çeken travma kurbanı, üzgün, gücünü yitirmiş, haksızlığa uğradığını düşünen bilge kurban-kahramanlar pek modaydı o zamanlar. Vietnam savaşından dönen bunalımlı bir gazi olmadığım halde gençliğimde kendimi o kurban-kahramanlardan biri olarak gördüm hep. O kadar çok savaş filmi izlemiştim ki bu savaş filmlerinin travmatik bir etkisi oldu üzerimde ve kendimi hayatta tutabilmek için mevcut yaşam biçimlerini eleştiren düşünceler üretmeye başladım. Bu düşünceler beni topluma yabancılaştırdı çünkü toplum bireye kıyıcı bir ilişkiler yumağından başka bir şey değildi.
***
“Ben” dediğiniz şey kendiniz değildir aslında. Zira “siz” ancak kendiniz olmayan bir şey olarak var olabilirsiniz toplum içerisinde. Daimi suretle kendinizden farkınız olarak sürdürürsünüz yaşamınızı. Buna toplumsallaşma uğruna saçmalamak da diyebiliriz herhalde. Toplumsal yaşamda kişi olayları bedensel olarak tecrübe ettiği halde zihinsel olarak kendisini topluma ait hissetmezken, çok sevdiği bir filmi seyrederken kendisini filmdeki karakterlerin yerine koyarak bedensel olarak hadiseleri yaşamadığı halde zihinsel ve duygusal olarak filmin içerisindeki olaylar zincirinin bir parçası haline gelebiliyor. Zaten işte budur film seyrederken insanın zevk almasını sağlayan şey; toplumsal kimliğinin dışına çıkmak, kendin olarak bildiğin “ben”in senin toplumsal kimliğinden sıyrılarak bağımsız olarak sürdürdüğü kişisel olmayan bir ötekileşme. Tabii burada bu ötekileşmenin ötekiyle özdeşleşme, yani ötekinin içinde kendinden bir şeyler, kendinde de ötekinden bir şeyler bulma ve bu benzerlikerden ötürü duyulan kendini kendi dışındaki dünyanın bir parçası gibi hissetme, öyle görme fantezisi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu tür bir fantezi terapötiktir; kişi kendini dünyaya ait hisseder, ötekilerle bağ kurar, mutludur. Bu durumun öteki tarafında ise insanın kendini dünyayla bir olarak görmesinden duyduğu sıkıntı sonucu ortaya çıkan, filmlerdeki karakterlerin kendinden ne kadar da, o kadar ki son derece bile yetmez o farklılık derecesini tanımlamaya, farklı olduğunu görme ve gösterme eğilimi hakimdir. Bu kişi kendini film karakterleriyle özdeşleştiren kişiden farklı olarak film seyrederken kendini filmdeki karakterlerle özdeşleştirip onların hissetiği gibi hissetmekten hiç hoşlanmaz, bilâkis bu kişi kendini filmdeki karakterlerin gerçek hayattakinden ne derece farklı olduklarını ve kendisinin asla bu film karakterleri gibi düşünüp, hissedip, bu düşünceler ve hislerle hareket etmeyeceğini, onlar gibi olmayacağını, olamayacağını söyler. Bu iki farklı seyir tipini terapötik, eğlence amaçlı seyir ve eleştirel gözle seyir diye de ikiye ayırabiliriz, ki nitekim işte ayırdık da zaten. Ne yapacağını ve ne diyeceğini çevreyi gözlemlemek suretiyle tartıp biçmeden hayata geçiren kişi kaybetmeye ve kendi dışkısı içerisinde boğulmaya mahkûmdur sevgili okur. Kişi kendisine şunu sormalıdır: Bu hareketim neleri doğuracak, bu sözler nelere sebebiyet verecek? Yaptığımız eylemlerin ve sarf ettiğimiz sözlerin etkilerini önceden kestirebilmenin yolu geçmişte ettiğimiz sözlerin ve giriştiğimiz eylemlerin şimdinin gerekliliklerinden hareketle gözlemlenmesinden ve geleceği geçmişten daha iyi kılacak biçimde yeniden yorumlanmasından geçer.
Hepimiz bu hayatta birer aktör ve aynı zamanda birer seyirciyiz. Zira bu hayatta çevremizdeki olayalarla ilişkilerimiz gözlem ve eylem boyutlarında gerçekleşir. Yani işte göz görür can çeker. Özdeşleşmeye karşı duruşuyla tanınan, özdeşleşme nesneleri ve arzu nesneleri arasındaki ilişkiyi sıradışı bir yaklaşımla ele alan Gilles Deleuze ise bu konuya ilginç bir biçimde en olmadık yerden parmak basar. Deleuze pek çok kitabında arzunun kendine karşı dönüşünün nasıl gerçekleştiğini deşifre etmekle kalmamış, aynı zamanda arzunun üretici bir eylem olduğunun da altını çizmiştir. Buna göre arzulamak nesnesini kendisi üreten yaratıcı bir eylem biçimidir. Deleuze varlığı yaratıcılıkla eş tutar. Yaratıcılık olabilecek her şeyi var kılandır.
***
Bedensiz Organlar adlı kitabında Slavoj Zizek’i Deleuze’ü yanlış okurken okuyoruz. Bu arada Zizek, Deleuze’ü zaten herkesin yanlış okuduğu Hegel’i yanlış okurken okuyor. Bu yanlış okumalar silsilesi içerisinde doğru kalan tek şey eleştirel teorinin ilk şartının yanlış okumayı bilmek olduğu ortaya çıkıyor. Zizek’in bir dizi histerik provokasyondan ibaret Deleuze eleştirisi Deleuze’ün felsefesinin temel emelini tespit ederek başlıyor işe. Zizek’e göre Deleuze’ün felsefesinin temel emeli yeninin ortaya çıkış sürecini teorik olarak açıklamaktır. Bu doğru tespitten sonra Zizek, Deleuze’ün felsefesini Deleuze I ve Deleuze II diye ikiye ayırıyor. Deleuze I, Deleuze’ün Guattari’yle birlikte yazdığı Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni adlı kitaba kadar olan dönemi kapsarken, Deleuze II, Deleuze’un Guattari’yle işbirliği içerisinde kaleme aldığı kitapları kapsıyor. Gilles Deleuze ve Felix Guattari iki ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni: Anti-Oedipus adlı kitaplarında Marx-Nietzsche-Freud üçgeni içerisinde değerlendirdikleri geç kapitalizmin kendine karşı güçleri hem üretip hem de yok ettiğini yazacaklardır yetmişlerin sonlarına doğru. Her ne kadar şizofreninin sadece kapitalizmin bir ürünü olduğuna katılmasam da Deleuze ve Guattari’nin kapitalizmin ürettiği anormallikleri bastırarak canına can kattığını ve radikal anormalleşmeye götüren bir üretim-tüketim-ilişkileri-kısır-döngüsüne dayandığını itiraf etmek durumunda hissediyorum kendimi.
Zizek, Deleuze’ün felsefesine siyasi bir bağlam oluşturmak maksadıyla kendi özgün felsefesini Guattari’nin politik anti-psikiyatri söyleminin süzgecinden geçirmek suretiyle kolaycılığa kaçtığını iddia ediyor. Zizek, Deleuze’ün felsefeyi siyasileştirme çabasına denk gelen bu ikinci dönemi bir talihsizlik olarak nitelendiriyor ve Deleuze’ün Hegel’ci diyalektiği aşma çabalarının başarısızlığa mahkûm oluşunun göstergesi olarak lânse ediyor. Zizek’e göre Deleuze hem Hegel’ci diyalektiğin ötesine geçemiyor, hem de Hegel’i olduğundan farklı gösterip çarpıtıyor. İşte bu noktada “farklılığın filozofu” olarak bilinen Deleuze’un sanat ve yaratıcılık üzerine kestiği ahkâmları inceleyecek olursak Zizek’in ne demek istediğini daha iyi kavrayabilecek zemini yaratmış oluruz sanırım kendimize.
Deleuze için sanat yaratıcılığın en radikal biçiminin yaşandığı bir uzam, değişim sürecinin en uçta yaşandığı bir etkinlik, sanatçı ise statükoya düşünsel dinamizmiyle direnen, kendi varoluş alanını kendisi yaratmak zorunda olan radikal bir varlıktır. Bu tablo iyi ve insanlık için faydalı bir şey olmaktan öte, önüne geçilmesi hemen hemen imkânsız evrimsel bir sürecin de yansımasıdır.
Denebilir ki sanat iyinin ve kötünün ötesinde olan bir şeydir. Bu da demek oluyor ki klasik veya daha genel bir tabirle geçmişe ait sanat yapıtlarının bugünün koşullarına bakılarak, bugünün algılama biçimiyle değerlendirilmesi ve bunun neticesinde de iyi veya kötü diye nitelendirilmesi bir anlam ifade etmekten yoksundur, ve zaten böyle bir nitelendirme çabası gereksizdir. O yapıt, o günün koşullarında, o çağın düşüncesiyle anlamsal olarak şekillenmiş ve içerik kazanarak, bu içeriğe uygun bir biçimle insanlığa sunulmuş bir yapıt olarak ele alınmalı ve ondan mümkün mertebe yararlanılmalıdır; onu ait olmadığı bir çağda kötü veya iyi diye yargılamak ona yapılmış bir hakarettir. Gerek geçmişle alay eden, gerekse geçmişi ironik bir şekilde yücelten, geçmişte kullanılan dilin yapısını bozan, hem biçimsel, hem de içeriksel olarak yeni tarzlar deneyen, içerik-biçim ilişkisine yeni boyutlar katan, kısacası anlam aktarımında kullanılan araç gereci ve teknikleri değiştirmek suretiyle anlam kavramına da yeni anlamlar katan, değişen ve değişmekte olan insanların bu değişime paralel olarak değişen beklentilerini deneme yanılma yöntemiyle karşılamaya yönelik, kendinden emin, deneysel eserler üretilmektedir. Bu eserler bizi içinde bulunduğumuz mevcut-duruma hapsolmuşluktan kurtarmakta işe yarayabilir. Durum dışında düşünce üretip duruma dıştan müdahale etmek, ona içindekileri tersyüz ederek dışa dönmesini sağlayacak şekilde yaklaşmakla mümkün kılınabilir. Kendimizi kaybedene kadar kendimizden kaçmaya değil, bilâkis bu durumun olanaksızlıklarını birer olanak haline getirip değerlendirmek arzusuna meyletmeliyiz bence. İmkânsızlıklar elimizdeki imkânlardır, dolayısıyla da eldekini en iyi şekilde değerlendirmek bir sorumluluktur. Zira eskiden var oluşun bir anlamı olmadığı düşüncesi kendi içinde bir anlam ifade ediyor ve sanatçılar da anlamsızlığın bu anlamını değişik şekillerde yeniden yaratmaya ve aktarmaya çalışıyordu. Belli ki artık tıpkı var oluşun bir anlamı olmamasının anlamı gibi, duygu ve düşünce arasındaki ayrım da ortadan kalkmıştır. Çağımızda bilimden bağımsız olarak düşünülemeyecek sanat, bilimdeki gelişmelerle beraber hem teknik hem de içerik olarak elbette ki değişime uğrayacaktır. Bilim sanatı, sanat da bilimi değiştirir; neticede ikisi de temelde hayal gücüne dayanır. Belki bir çerçevesi vardır sanatın ama bu çerçeve tıpkı hayatın çerçevesi gibi şeffaftır ve sınırlayıcı bir çerçeve değildir. Zaten gerçek bir sanat yapıtı işte o çerçevenin görünmezliğinin bile ötesine geçmeyi başarabilendir; yani yaşamın görünen yanlarının ötesine… Onu çevreleyen şeffaf çerçevenin ötesine taşıdığı anlamla, hayatın her alanına yayılır sanat ve bu yüzyıllardır böyle süregelmiştir. Sanatsal yaratıcılığın amacı, çelişkilerle dolu insanın yapısını bozup, insanın dinamik özünü oluşturan sürekli değişim arzusuyla, bu arzuya direnen korku temelli güdünün aşılması ve ana hapsolmuş anlamın, uyumun ve bütünlüğün yakalanıp ölümsüzleştirilmesidir.
(c)cengizerdem, 2005.
Aslen Almanya doğumlu olmakla beraber çalışmalarının büyük bir kısmını İngiltere’de yalnızlık içerisinde sürdürmeyi seçen Melanie Klein çocuk psikanalizinin yaratıcısı ve en önemli kuramcısıdır. Freudcu psikanalizden radikal bir kopuş gerçekleştirerek anti-ortodoks, daha doğrusu a-ortodoks, yani durağanlık karşıtı, akışkanlık yanlısı bir duruşu benimseyen ve çocuk gelişimi ve pedagojisi üzerine yaşamı boyunca bıkmadan usanmadan araştırmalar yapan Klein’ın nesne-ilişkileri kuramı adıyla anılan teorileri lokâl olarak yurdumuzun, genel olarak ise dünyamızın mevcut durumu göz önünde bulundurulduğunda gittikçe artan bir öneme sahiptir.
Klein’a göre çocuk daha dili öğrenmeden büyüklerin algıladığından farklı da olsa çevresindeki dünya ile derin ve karmaşık bir ilişki içerisindedir. Klein’ın nesne ilişkileri adını verdiği bu ilişkiler çocuğun dünyayı algılama biçiminde ve buna bağlı gelişiminde fantazmatik üretim ve hayal kurma yetisi gibi bilinç oyunlarının oynadığı önemli rolün altını çizmiştir. Klein Çocukların Psikanalizi adlı ilk kitabında paranoid-şizoid pozisyon diye tanımladığı yaşamın ilk yıllarını analiz etmiş, bu evrenin yerini dili kullanma yetisinin edinilmesiyle birlikte depresif pozisyona bıraktığını yazmış ve buna bağlı olarak da fantezinin yerini alan düşüncenin çocuğun iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapabilecek idrak kabiliyetine kavuşmasını sağladığını belirtmişti. Klein bir diğer önemli yapıtı olan Haset ve Şükran adlı kitabına ise kendisini çevreleyen hasetli ortamın yarattığı bunalımın damgasını vuracak ve öznenin oluşumunda nesne-ilişkilerinin ve çocuğu çevreleyen sevgi veya nefret yumağının önemini vurgulamakla psikanaliz alanında muazzam bir devrim yapacaktı.
Klein’a göre hepimiz yaşamlarımız boyunca paranoid-şizoid pozisyon ve depresif pozisyon arasında gidip geliriz. Yani aslında hiç kimse tamamen normal değildir ve olamaz da, çünkü dünya yapısı gereği normal bir yer değil, bilâkis son derece anormal hadiselerin cereyan ettiği bir yerdir. Bizler de dünyada yaşayan insanlar olduğumuza göre tüm bu anormalliklerden bağımsız bir biçimde normal insanlar olamayız. Normal olan tek şey normal diye bir şeyin olmadığıdır.Klein paranoid-şizoid ve depresif pozisyon kavramlarını yaratırken pozisyon kelimesini özellikle seçmiştir, zira bilmektedir ki bu pozisyonlar yaşamda birer ilerleme veya gerileme aşamasını ifade etmez. Bu ikisi daha ziyade arasında gidip geldiğimiz birer ruhsal durumdur. Diyalektik materyalizmi materyalist diyalektiğe dönüştürerek psikanalize uyarlamış bir insan olarak Klein’a göre paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar arasındaki gidip gelmeler bütünlüklerin statik yapısını bozmak ve statik olmayan akışkan bütünlükler oluşturmak arasındaki çalkantıları ifade eder. Eğer yaratıcılığın yaşamın anlamsız kaosundan bir bütünlük oluşturma eylemine verilen ad olduğunu akılda tutarsak Klein’ın teorilerinin içinde yaşadığımız koşullarla alakasını daha iyi idrak ederiz.
Klein yeni bir şey yaratma sürecinde bütünlükleri bozmanın en az onları oluşturmak kadar gerekli olduğunu düşünüyordu. Yani yıkıcı dürtülerin, veya Freud’un kavramını kullanacak olursak ölüm dürtüsünün egemen olduğu paranoid-şizoid pozisyonda çocuk saldırgan ve yıkıcı tavırlar takınırken—oyuncaklarını kırmaya meyilli çocukları hatırlayınız—depresif pozisyonda çocuk kendi oyuncaklarını kırıp dökmüş olduğu için oynayacak oyuncak bulamaz ve üzüntü duyar, canı sıkılır ve bu can sıkıntısı neticesinde de oyuncaklarını kırmaması gerektiğini anlar; yani olgunlaşır. İşte bu olgunlaşma sayesinde kırıp dökme eğilimi geride bırakılıp onarma ve tamir etme arzusu doğar.Klein’a göre olgunlaşma sürecinde vicdan azabı önemli bir rol oynar, ki benim Klein’dan ayrıldğım nokta da zaten budur. Ben şahsen çocuğun vicdan azabı duymasının olumlu bir sonuç vereceğini ve çocuğu büyümeye sevkedeceğini düşünmüyor, vicdan azabı duymaksızın da doğru ile yanlış arasındaki ayrımın yapılabileceğini iddia ediyorum. Klein’ın bu hatasının İsa’nın çarmıha gerilmesi neticesinde duyulan vicdan azabı üzerine kurulmuş bir din olan Hristiyanlık geleneği içerisinde yetişmiş bir kişi olmasından kaynaklandığı, ve dolayısıyla da Hristiyan olmayan toplumlar göz önünde bulundurululduğunda geçerliliğini yitireceği türünde sözler sarfedenler olmuştur. Bu saptamalar bir noktaya kadar doğru kabul edilebilir zira tutarlı ve Klein’la alaklıdırlar. Ama ben bunlara katılıp katılmamayı bir tarafa bırakıp işin özüne inmeyi seven bir insan olarak bu eleştirilerin tutarlılık ve hatta doğruluk ihtimallerine rağmen yüzeysel ve yetersiz olduğunu belirterek vicdan azabının hem manik depresyona hem de daha şiddetli bir biçimde şizofreniye has ve paranoya tarafından kışkırtılan bir ruhsal durum olarak sorunun kendisi olduğunu, dolayısıyla da sorunun çözümünde işe yaramayacağını düşünüyorum. Yani olayı Klein’ın kendisini içinde bulduğu ve yaşamı boyunca da dışına atmak için didinip durduğu dinsel bir düşünce sistemine bağlamak yerine şunu söylemeyi seçiyorum: Çocukların dünyasında vicdan azabı diye bir şey yoktur. Vicdan azabı şiddetine bağlı olarak yetişkin manik depresyona ve şizofreniye has bir ruhsal durumdur. Paranoyak şahsiyetler içlerindeki kötülüğü dışa yansıtıp dünyayı saplantılarının küçük anahtar deliğinden hasetle izlemekte bir sakınca görmemekle kalmazlar, aynı zamanda dış dünya karşısında saldırgan tavırlar takınarak kendilerini şiddetin ve nefretin kölesi kılmayı da marifet bellerler. Paranoyakların tam aksine şizoid şahsiyetler ise kendilerinin sorumlu olmadığı konularda bile aşırı derecede vicdan azabı duyar, vicdan azabına mıhlanmış acı dolu bir yaşam sürdürürler. Depresif pozisyonda ise şizofrenlere özgü şiddetli vicdan azabı ve paranoyaklara özgü ötekine hükmetme ve haketmediği bir biçimde suçlu muamelesi yapma eğilimleri bir nebze olsun ortadan kalkar ve kişi mutsuz bilinciyle gerçeklerle yüzleşir. Yersiz vicdan azabı hisleri tamamen ortadan kalkmamıştır belki manik depresif şahsiyette ve/fakat en azından başa çıkılabilir bir düzeye inmiş, gerçeklikle bağlantıyı tamamen yok edecek ve dış dünyayla ilişki kurmayı imkansız hale getirecek boyutlarda seyretmemektedir artık. Yani kişi iyi ile kötünün içiçe olduğunu anlar ve bir şeyin iyiliğiyle kötülüğünü o şeyin içinde bulunduğu durumun belirlediğini idrak eder. Demek ki Klein’ın o noktada İsa’nın çarmıha gerilmesiyle duyulan vicdan azabı üzerine kurulan Hristiyanlığı bir gelişme olarak görmüş olması ve bu vesileyle de vicdan azabının olgunlaşmaya katkılarından söz etmekte bir sakınca görmemiş olmasının doğru olma ihtimali olsa bile bu volontarist ve indirgemeci bir değerlendirmedir ve Klein’ın konuyu bu derece indirgemeci bir temel üzerine inşa etmiş olduğu saptamasına varmak konuyu saptırmaktır. Bu tür yaklaşımların ise kimseye hizmet etmeyeceği, aksine insanlığı Klein gibi iyi niyetli bir insanın teorilerinden mahrum bırakarak insanlığın geleceğine zarar verme gayesi güttüğü aşikardır. Zira çocuğun aynı nesnenin aynı anda ve/fakat işte duruma göre hem iyi hem de kötü nesne olarak algılamasının, çocuğun iyi ile kötü arasında ayrım yapabilecek yetkinliğe ulaşmışlığının göstergesi olduğunu bizzat Klein’ın kendisi söylemiştir, ki sanırım bu da Klein’ın kendisine yöneltilen eleştirileri peşinen çökerttiğinin göstergesidir.Bence Klein içim mühim olan yapılan hatalardan olumlu sonuçlar çıkarabilmek ve hastayı olumlayıcı dönüşümlere tabi kılmaktır. Çünkü görüyoruz ki Klein’ın teorisi nefret üzerine değil, sevgi üzerine, olumsuzlama üzerine değil, olumlayıcılık üzerine kurulmuştur. Ama bununla beraber Klein’ın sevgiye giden yolda düşe kalka ilerleyen bir insanın, özellikle de bir çocuğun, işlemediği bir suçtan, büyüklerin aklı ile düşünülünce işlemiş gibi görünebileceği bir suçtan ötürü vicdan azabı duyması gerektiği yönündeki saptaması kendi teorisinin özüne ters düşmektedir. Zira büyüklerin dünyasında, yaptığı her hareketin suç sayıldığı bir dünyada çocuğun bu vicdan azabını duyabileceği pek de ikna edici değildir. Klein’a katılmadığım nokta işte budur: Bence özne suçlu doğmaz ama suç işlemek zorunda bırakılarak büyür. Ama bununla beraber şunu da söylemeliyim ki Klein’ın teorisi oldukça pratik ve kullanışlıdır everensel bir eleştirel teorinin gelişimi için, tabii eğer hataları olumlayıcı bir biçimde dönüştürüp geçmişten ders almayı öğrene ve öğrete/bilirsek.
Nitekim aslen Cezayir kökenli bir Yahudi olan ünlü Fransız düşünürü Jacques Derrida, metin analizleri esnasında suç işlemeyi olumlu bir şey olarak görür. İşe suç denilen şeyin önceden belirlenip özneye empoze edilen değerler ve kanunların bir ürünü olduğundan hareketle başlayan Derrida edebi yazarlarla eleştirel yazarlar arasında bir ayrım yapmaz ve ikisinin de yaratıcılıkla yokediciliğin içiçeliğinin bir sonucu olduğunu defalarca vurgular. Kendisine bu yüzden çok saldırılmıştır iki kesim tarafından da. Yaratıcı yazarlar işte Klein’ın an önce sözünü ettiğim o paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar arasında gidip gelen kişilerdir. Yaratıcılık, olanı, yani elde olan başka kitapları okuyarak, hatta yanlış okuyarak anlamını bozmayı ve daha sonra da bu yapısı bozulmuş anlamı yeniden kurarak ilerleme kaydedilmesini sağlar. Yani yaratıcılık yıkıcılığı içinde barındıran bir şeydir. Belki bir şey yapmak için başka bir şey yıkmak gerekmeyebilir, evet, ama eski bir şeyi yıkmış bulunmak yeni bir şey yaratmış olmanın bir sonucudur genelde.Derrida’nın deconstruction diye tabir ettiği ve anlamını tam yansıtmasa da Türkçe’ye yapıbozumculuk olarak çevrilmiş bulunan okuma tekniği aslında bir yazılmış olanı bozup yeniden yazma tekniğidir. Derrida metnin önce bildik, herkesçe kabul edildiği varsayılan anlamını gözler önüne serer, hemen akabinde ise bu egemen anlamın kendi içinde barındırdığı göz ardı edilmiş veya bilerek görmezlikten gelinmiş öteki-anlamlarını deşifre ederek mutlak anlamın kendi kendisini çökerten bir şey olduğunu gözler önüne serer. Derrida dil oyunları vasıtasıyla mutlak anlam denilen şeyin belirlenemezliğini ve ne denli kendi kendisiyle çelişen bir kavram olduğunu vurgular. Görüldüğü gibi Derrida’nın yaptığı aslında Klein’ın depresif pozisyonundan paranoid-şizoid pozisyona dönmek ve bu vesileyle de paranoid-şizoid pozisyona has bölme, parçalara ayırma, kırıp dökme eğilimini metin okumalarına uyarlamaktır. Bunu yapmakla aslında Derrida depresif pozisyonun varolabilmesi için paranoid-şizoid pozisyonu da kendi içinde barındırabilmesi gerektiğini gösterir. Derrida metnin kendi içinde bölünmüş olduğunu göstererek metni yeniden kurmuş olur ve böylelikle de mevcut ve alışılagelmiş bütünlüğün yapısını bozar. Bu yapıbozma, yani metni kendi içinde bölme ve parçalama işlemiyle biz okuyucular anlarız ki yaratıcılık ve yokedicilik, iyilik ve kötülük, çocukluk ve yetişkinlik, akıllılık ve akılsızlık, ilerleme ve gerileme, geçmiş ve gelecek, ve hatta ölüm ve yaşam içiçedir ve bütünlük denilen şey aslında bir yanılsmadan ibarettir. Zira parçalanmışlık bütünlüğün koşuludur. Ve her yetişkinin içinde bir çocuk ve her çocuğun içinde de dışarı çıkmayı bekleyen bir yetişkin vardır. Tıpkı bazı iyiliklerin içlerinde kötülüğü ve bazı kötülüklerin de içlerinde iyiliği barındırdığı gibi… (Demek ki Hegel haklıymış ve diyalektik materyalizm denilen şey dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için gerçekten de son derece faydalı bir aygıtmış. Ama Marx, Hegel’den daha haklıymış çünkü Marx dünyayı anlamanın yetmediğini, anlama işlemini takiben dünyayı değiştirmek gerektiğini söylemiş Felsefi El Yazmaları adlı kitabında.)
Egemen anlamlandırma biçiminin yapısıdır aslında bozulan ve Derrida bozduğu bu yapının yerine yenisini koymanın anlamsız bir çaba olacağını düşündüğü içindir ki pek çokları tarafından nihilist ilan edilmiştir. Oysa Derrida’nın yaptığı aslında yapıyı bozmak değil yapının zaten bozuk olduğunu ve onarılması için de yeniden bozulması gerektiğini göstermektir. Yani Derrida bozukluğun kendisini bozmak suretiyle egemen çarpıklığı düzeltmeye çalışmaktadır. Derrida’nın tersine çevrilmiş ve ucu açık diyalektiğinin yaptığı aslında mutlak bütünlüğün zaten mümkün olmadığını göstermek ve bu vesileyle de hiçliğin yüceltimesi anlamına gelen nihlizmin büyük bir saçmalıktan başka bir şey olmadığının altını ve üstünü aynı anda çizmektir. Tüm bunların ışığında diyebiliriz ki Derrida’nın nihilist olarak nitelendirilmesi hem kaygı verici hem de sevindiricidir.Derrida ve Klein tüm yaşamlarını tüm insanlara yanlış yazılmış metinleri doğru okumayı ve doğru yazıldığını iddia edenlerini de yanlış yazmayı öğretmeye adamış birer eğitimci olarak hepimize kendimizden bile daha yakın, sorunlarımız üzerinde bizden çok düşünmüş ve bize gerek politik, gerek a-politik, gerekse anti-politik liderlerimizden çok daha faydalı olabilecek kişilerdir diye düşünüyorum. Zira hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve şiddetin, savaşın ve ölümün hüküm sürdüğü büyüklerin dünyasında daha başka dünyalar yaratabilmek için biraz küçülmekte, veya en azından yaşlanmayı biraz ertelemekte, bırakın kötülük ve zarar olmasını, sanırım ki iyilik ve fayda vardır…
Çok önemli, en az üstteki yazı kadar, hatta belki de üst-yazıdan daha önemli dip-not: Burada Jacques Derrida ve Melanie Klein’ı sadece birer örnek olarak kullanıyorum. Onlar gibi daha pek çok “yabancı,” yani yaban ellerde doğup daha yaban ellerde büyümüş yazar mevcuttur bize bizden daha faydalı olabilecek. Altını çizmek istediğim konu odur bu kısa notla. Amacım kendimi kendimden çok az şey, neredeyse hiçbir şey kalacak kadar küçülterek kısmen yok ederken Klein ve Derrida’yı öne çıkarıp olduklarından belki biraz daha büyük göstermek, böylelikle de insanımız için önemlerinin üstünü değil, altını çizmektir sevgili okur; çok değil ama, birazcık…
(c) cengizerdem, 23 Nisan 2007, afrikapazar.
Eğer dünyayı bir çöp tenekesine benzetecek olursak ve kendimizi de bu çöp tenekesinde yaşayan mikroplar olarak görürsek, birer mikrop olarak “nasıl daha iyi bir hale getirebilirim yaşadığım yeri?” sualiyle baş başa kalmış olarak bulmayız belki kendimizi. Lâkin hayal gücümüzü kullanmak suretiyle böyle garip bir soruyla baş başa kalmış bir mikrop olduğumuzu farzedelim gene de kısa bir süreliğine. Edelim bu farzı ki şu yanıtı verebilelim kendimize: “Elbette ki bir mikrop ne kadar becerikliyse temizlik işlerinde biz de işte bu lânetlenmiş adada o kadar başarılı olacağız bu düşünce işlerinde; gerek yok ettiklerimizle, gerekse ürettiklerimizle.”
***
Önceden tasarlanamayan seçimlerle yaşam boyu boğuşmamızın sebebi emredilen şeyler olması ve bizim de düşünmek için bu emredilenlerin dışına çıkmak zorunda olmamız. Seçimini önceden tasarlamayı başarabilenler için pazarlık yapmak artık bir zevktir. Onlar kendi tasarladıkları bu seçimi sonuna kadar savunmaya adarlar hayatlarını. Bu bağlamda David Bowie’nin yaratıcı insanlar hakkında söylediği şu sözler çarpıcıdır bence: “Bizler fikirlerinin üç kişiden daha fazlası tarafından bilinmesi gerektiğini düşünen özürlüleriz; akıl hastanesine kapatılmayanlar sanatın kapısını çalar. Aklı başında bir insan yüzlerce veya binlerce kişiye ne düşündüğünü, neye inandığını söylemeye mecbur hissetmez kendisini; böyle bir şeye ihtiyaç duymaz.”Bunun üzerine röportajı yapan şahıs ona şu soruyu sorar: “Bu aslında herkeste bir parça vardır, tanıklık yapma ve farklılık yaratma isteği…Öyle değil mi?”David Bowie’nin yanıtı açık ve nettir: “Öyle mi? Güzel, demek ki aklım başımda.”Herkes önce kendi kişisel inancını sorgularsa sanırım bir yerlere gelinebilir. Ama tabii bunu yapabilmek için kişilerin belirli bir bilinç ve dolayısıyla da ahlâk düzeyine ulaşmış olmaları gerekir. Bunun için boynuzun mu kulağı, yoksa kulağın mı boynuzu geçtiği gayet önemsizdir; mühim olan boynuzun da, kulağın da olmaları gereken yerde olmalarıdır, zira kafasında eksiklikler olan bir öküzün neler yapacağı hiç belli olmaz.
***
İnsanlar sürekli aynı konu üzerinde ve aynı biçimde, aynı kelimelerle düşünüyorlarsa beyinlerinin sürekli aynı kısmını aynı şekilde kullanıyorlar demektir. Yani beyinlerindeki pek çok nöron uzun süre kullanım dışı kalırken, hep aynı nöronlar hep aynı biçimlerde ilişkiye giriyor olduğu için zaman içerisinde bönleşme ve dar kafalılık zuhur eder. Bu durumun ortadan kalkması için nöronlar arasında kısa devre yapılmalıdır. Yani önce mevcut nöron ilişkileri alt üst edilmelidir ki yeni nöron ilişkileri ortaya çıkabilsin. Bu işlem beyinde gerçekleşecek içsel patlamalarla, içe dönük infılâklarla mümkün kılınabilir. İçsel patlamalar ise ya yeni dil kullanımlarıyla veyahutta yeni görsel-işitsel imaj kullanımlarıyla mümkün kılınabilir. Edebiyat, resim, sinema, müzik, felsefe gibi üretim alanlarının asıl işlevi bu içe dönük infılâkları hayata geçirmek olagelmiştir. Bu vesileyle tarihsel süreçte ilk bakışta akıl dışı gibi görülen şeylerin uzun vadede son derece akıllıca ve gerekli şeyler olduğu gözlenmiştir. Mevcut egemen yapı içerisinde bir anlam ifade etmeyen pek çok şey yapı değiştikçe anlam kazanagelmiş, yeni anlam dünyalarına kapılar aralar olmuştur. Durağanlığa müdahale ederek daha önce iletişim halinde olmayan nöronları uyararak birbirleriyle aktif bir ilişkiye sokar sanat. Düşüncenin belirli kalıplardan kurtulmasına hizmet edegelmiş sanatsal teknikler bugün mevcut sistemin muhafazasına yönelik manipülasyon tekniklerine dönüştürüldü kapitalist ayaktakımı tarafından.
Normal bir insanda birbiriyle iletişime geçmeyen nöronlar vardır beyinde. Ve işte birbiriyle iletişim halinde olmayan bu nöronlar, daha doğrusu bu nöronların birbirleriyle iletişim halinde olmaması bilinç düzeyinde boşluklar, bilinçli düşüncede kopukluklar yaratır. Bu boşluklara ve kopukluklara bilinçdışı derler. Yani bilinçdışı denilen şey aslında bilinçteki boşluklara, mevzuyu metaforlaştırmak gerekirse kara veya beyaz noktalara verilen addır. Reklâmlar veya Hollywood’da çekilen filmler sanatsal teknikleri kullanmak suretiyle sadece bilince değil, o boşluklara da hitap eder hale gelmiştir. Yani işte mesela tıpkı sanat gibi daha önce iletişim halinde olmayan nöronları birbirleriyle ilişki içerisine sokarak beynin o ana dek kullanılmayagelmiş kısımlarını harekete geçirir reklâmlar ve bazı filmler. Artık en sıradan reklâmlar, en abuk subuk filmler bile sanatsallaşmış, daha doğrusu sanatsal teknikleri daha başka emeller, kötü emeller için kullanmaya başlamıştır. Yani reklâmcılar sanatsal teknikleri kullanmak suretiyle bilinçdışı dürtüleri sömürmeyi marifet beller hale gelmiş, böylelikle de hiç ihtiyacımız olmayan birtakım malları satın almaya meyletmişizdir biz. Hiç gereği yokken boyumuzdan büyük borçlar altına girip zaman içerisinde çatır çutur eziliriz. Borçlarını ödeyemeyince bunalıma girip intihar edenlerimiz olur.
Düşünce otomatikleşerek beynin içinden bir yerden ve/fakat kime ait olduğu bilinmeyen bir ses gelir. Bir nokta vardır ki özne kendiliğini yitirerek otomatik bir şekilde kaleme alır bu iç sesin söylediklerini. Bir noktadan ziyade bir mod, bir ruh halidir aslında burada söz konusu olan. Bilinçdışı denilen boşluğun, yani işte aslında varlıktaki veya düşüncedeki deliğin içinde yitip gider özne. Özne iç sesin nesnesi haline gelip iç sesin söylediklerini kaleme alan bir enstrümana dönüşür böylelikle. Bir yazı yazılmaktadır ama kimseye mal edilemez o noktada bu yazma eylemi. Bir takım sözler zikredilmektedir ama nesnel olarak var olan hiçkimse zikretmemektedir bu sözleri. Otomatik yazım, yani bilinçdışına devredilen hükümdarlık mevcut sisteme hizmet eder, zira bir hiçliğin gölgesinden başka bir şey olmayan bilinçdışı dış kaynaklı nesnelerle doldurulmuş durumdadır iktidar tarafından. Örneğin reklâmların veya Hollywood filmlerinin doğrudan bilinçdışındaki boşluğa yönelttiği nesneler, görsel ve işitsel imgeler bilinçdışının boş kalmış noktalarını doldurmak suretiyle bilinçdışını yeni düşüncelerin ortaya çıkması için gerekli bir boşluk olmaktan çıkarır.
***
Yurdumuzda yaklaşık otuz yıldır her gün aynı konu üzerinde ve aynı kelimeler kullanılarak yazılan gazete yazıları insanımızın algı kapılarını sonuna kadar kapamış, insanımız çok dar bir alanda, hep aynı konu üzerinde ve hep aynı biçimde düşünmeye mahkûm edilmiştir böylece. Zaman içerisinde kemikleşen düşünce kalıpları son derece içe kapalı, sadece ve hep kendi yapay sorunlarıyla alâkadar bir toplum yaratmıştır neticede. Zaten işte bu yüzdendir insanımızın gittikçe bencilleşmek suretiyle sadece ve hep kendini düşünür hale gelmesinin sebebi. Buna dış dünya tarafından empoze edilen izolasyon da eklenince aslında hiç de yeni olmayan şeyler bile yeni addedilir olmuştur. Dış dünyaya açılan tek kapı Türkiye’den geçtiği için ve zaten Türkiye de dış dünyayla mukayese edilince son derece marazi ve içe dönük bir ülke olduğu için durum neredeyse içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Türkiye ile olan ilişkilerin sorunlu bir seyir izlediğini de akılda tutarsak zaten yürekler acısı olan durum akıl almaz bir buhrana sürüklemiştir insanımızı. Bu buhran o boyutlara varmıştır ki psikoz zuhur etmiş ve histeri, nevroz gibi hastalıklar birer yaşam biçimi halini almıştır yurdumuzda.
***
Kuzey Kıbrıs’ta oldukça karanlık bir dünyamız var aslında. O kadar ki bir kâbustan farksız olduğunu düşünüyorum ben bu dünyanın. Görünüşte oldukça mutluymuş izlenimi veren insanların bile içinde fırtınalar kopmakta. Son derece iç karartıcı birer yaşamı var bunların. Bunu anlamak için ermiş olmak gerekmiyor, bilâkis gerçekten iç huzuru yakalamış bir başka insanla karşılaştırmak yeterli olacaktır Kuzey Kıbrıslı şahsiyeti. Ne yazık ki tüm bunlara rağmen Kıbrıs’ta rahat bir yaşam sürdüğüne inanan insan sayısı had safhadadır. Rahat olmadığını iddia edenler ise önlerine üç-beş kuruş daha fazla para atılırsa mutlu olacaklarına inanmaktadır. Acıdır sevgili okur ve/fakat gerçektir tüm bunlar. Kitlesel halüsinasyon o derece korkunç boyutlara varmıştır ki hiçliğin girdaplarında boğulmakta olan bir varlık bile kahkahalarla güler hale gelmiştir mevcut duruma ve onun içinde hapsolmuş bulunan bu garip yaratıklara. İşin içindeki bit yeniklerini saymaktan bitap düşenler olduğu gibi, yorulmak nedir bilmeyenler de vardır ama adamızda. Bilincini içe dönük infılâklara maruz bırakmak heveslisi olanlara varoluş alanı yoktur, lâkin kendisini değiştirmeden toplumu değiştiremeyeceğini bilen bir insan elbette ki böyle bir toplumda her şeye rağmen kendine varoluş alanı yaratmaktan başka çaresi olmadığını da bilir genellikle.
Konumuza geri dönecek olursak görürüz ki beyin yıkmakla yaratmak eylemlerinin çatışmasına sahnelik eden bir organdır aslında. Şöyle ki, beynin nasıl çalıştığı, algılama ve anlamlandırma işlemlerinin nasıl gerçekleştiği konusunda son dönemlerde yapılan araştırmalar gösteriyor ki dünya bizim onu algıladığımız gibidir. Yani dünya nasıl olursa olsun bilinç düzeyine ancak beynin süzgecinden geçerek varabileceği için dünyayı sadece algıladığımız gibi görebiliriz. Buna alternatif olarak ünlü Sloven düşünürü Slavoj Zizek dünyanın bizim onu algıladığımız gibi olmadığını kabul etmemiz gerektiğini, gerçek dünyanın beynin algısından bağımsız olduğunu ve bu gerçek dünyanın da algılanamaz olduğunu, bizim dünyayı egemen güçlerin bakış açısıyla görecek şekilde algılamaya programlandığımızı, dolayısıyla da dünyayı değiştirmenin bizim onu algılayış biçimimizi değiştirmekle mümkün olmayacağını söylemektedir son kitabı Paralaks Görüngü’de. Yani mesela her şey çok kötü olduğu halde kişi algısını değiştirerek her şeyi olduğu gibi görmek yerine pembe bir düş aleminde yaşamayı seçiyor ve her şeyin güllük gülistanlık derecesinde güzel olduğunu söylüyorsa sen de takdir edersin ki bu kişi gaflet ve hatta delalet içerisinde kendini kandırmaktadır sevgili okur. Belki dünyayı algılama biçimimizi değiştirmek bir ilk adım olabilir aslında bence. Lâkin bu ilk adım son adım olmamalıdır, ki nitekim değildir de zaten. Yani dünyayı algılama biçimimizi değiştirme işlemini algılanan dünyanın kendisinin değiştirilmesi izlemelidir. Bu noktada Marx ve Hegel farkını da görebiliyoruz herhalde. Kısaca hatırlatmak gerekirse Hegel dünyayı farklı algılamanın yolunu göstermişti bizlere, Marx ise bu algısal değişimin dünyanın kendisini değiştirmek yolunda eyleme dönüştürülmesinin gerekliliğinden bahsetmişti kapitalizmi felsefi olarak çökertmek maksadıyla kaleme aldığı Felsefi El Yazmaları adlı kitabında.
***
Marx’ın felsefesi bir ideoloji değil, materyalist bir değişim ve doğa felsefesidir aslında. Marx’ın kendisi bunu daha Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark adlı doktora tezinde Aeschylus’un Zincire Bağlı Prometheus eserinde Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e söylediklerini iktibas ederek dile getirmiştir çok net ve kesin şekilde. Bakın ne diyor Berlin’in 1841 Mart’ında kedilerin orgazmik çığlıkları arasında doktora tezini bitirmeye çalışan genç Marx: “Felsefe, kendisinin görünüşte sarsılmış medeni durumuna sevinen o zavallı Mart kedilerine ise, yine Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e verdiği karşılığı vermektedir”:“Şunu bil ki şu kötü kaderimiSenin köleliğine değişmem bu dünyada.Zeus’a sadık uşak olmaktansaŞu kayanın kulu olmak yeğdir bana.”Marx’ın Alman İdeolojisi adlı kitabı ise bu düşüncesinin kariyeri ilerledikçe güç kazandığının en önemli kanıtıdır; orada ideoloji kavramı masaya yatırılıp doğranmış ve parçaları yem diye sömürgenlere fırlatılmıştır. Pek çoğu bu yemleri bir sokumda yutup Marxizm’i bir ideoloji olarak dışkılamakla kalmamış, hemen akabinde de bu dışkıları kapitalizmin çölünde gübre olarak kullanmak suretiyle dünyanın bir kısmını Las Vegas’laştırırken öteki kısmını istila etmek ve kötü kalpli karanlık kuvvetlere peşkeş çekmek için silah endüstrisinde çalışacak işçilere yedirerek gücüne güç katmıştır. Bu durumda şunu söylemeden edemiyorum sevgili okur: Ölen ölü kalsın, ölmeyenler ölü taklidi yapmaktan vazgeçsin, zira kitlenin taptığı tanrıları onaylamak kitleye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Not: Karl Marx aslında sanıldığı kadar dogmatik bir düşünür değildi. Kendisi daha üniversitedeyken din ve ideoloji eleştirilerine başlamış, Hegel’ci diyalektiği benimsemiş, ve materyalist bir çizgide radikal dönüşümün mümkün kılınması için yazılması ve yapılması gerekenler üzerine kafa yormuştur. Orta-sınıf bir ailenin oğlu olan Marx kafası son derece karışık bir insandı önceleri ama sonra düşüncelerini yerli yerine oturtarak yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri oldu. Üniversite yıllarında kendini içkiye vermiş ve aşk şiirleri yazarak teselli bulmaya çalışmıştı Marx. Gittiği hemen hemen her ülkeden sürgün edilerek gezgin bir serseri portresi çizmek durumunda kalmıştı uzun bir süre, ve/fakat sonra Paris’te zengin bir işadamının oğlu olan Engels’le tanıştı. Marx Paris’te de tutunamayınca Engels’le birlikte Londra’ya giderek dünyaya bunalımlarının damgasını vurdular bu ikisi. Çok sevdiği karısının Marx’a “Kapital’i yazacağına o masadan kalk da biraz kapital yapmaya bak,” dediği söylenir.