Skip navigation

Tag Archives: kapitalizm

Olay ve Hakikatin Bozguna Uğrattığı Fantezi Makineleri - Emre İleri   Cengiz Erdem “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nı yazdığından beridir, defalarca okudum desem yalan olmaz. Kitabın etrafında bir Kızılderili çadırı kurup ateş yaktığım, hatta dans ettiğim bile söylenenler arasında! Söylenenler arasındadır arasında olmasına ama, kitap da benim etrafımda ateş yakıp dans ve de raks ederekten beni bilmediğim yerlere sürükleyip kendimi defalarca kez kaybetmeme ve bulmama vesile olmuştur. Bahis konusu kitabı  okuduğumu ve yorumladığımı sanırken aslında kitap beni birtamam okumuştur, karıştırmış, sayfalarıma dokunmuş, yazma eylemine sürüklenmiş bulmuşumdur kendimi adeta. Bu paramparça yazı, ya da yazılar, ne kadar bu roman ya da başka bir şey hakkında olur biliyorum. Fakat insan mevzubahis romanı okuduğu ve onun tarafından okunduğu zaman, ekran ve insan, kitap ve insan arasında tek taraflı bir görme, algılama ve düşünme eyleminin vuku bulup bulmadığını sormaya başlıyor kendi kendine. Amacımız kesinlikle mevzubahis roman hakkındaki “hakikatler”i ortaya çıkartmak değil, onu yeniden yazmaktır. Yani, kafamızda roman hakkında oluşan imgeleri yeniden simgelere dönüştürmektir niyetimiz. Ama bizim niyetimizin ne olduğunun pek de önemi yok. Biz de yokuz ki zaten, bir “biz” olmaktan çıktığımızdan beri… Read More

via Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı

Güneşin bir anda değil de yavaş yavaş söneceğini, bir roman olmak yolunda ağır fakat emin adımlarla ilerleyen anlatımızın başlarında belirtmiştik sanırız. Hava sıcaklıklarında yaşanan ani düşüşler, derecelerin mevsim normallerinin altında seyretmesine sebebiyet vermeye başlamıştır nitekim işte. Hava o kadar soğumuştur ki artık Afrika ve Arap Yarımdası’nda bile kar yağmaktadır. Çöller kutuplara, kutuplar dev birer buz kütlesine dönüşmüştür. Dünyayı sıvı nitrojene batırsak ancak bu kadar donardı herhalde. Ama durun bakalım, bu daha başlangıç, güneşin sönmesine iki yıl var daha şu anda. Henüz yeterince soğumadı hava, -99 derece santigrat’ın altında hava soğukluğuna rastlanmadı şimdilik. Kaydedilen en yüksek hava sıcaklığı ise -1 derece santigrat olarak belirlendi. Neden 0 ve 100 değil? Bilmiyoruz. Sıfır ve yüz noktalarını daha can alıcı bir hadiseye sakladı herhalde yazar. Bizim misyonumuz sadece yazarın yazdıklarını aklımız dil verdiğince anlatmak.

Hemen belirtelim, biz bu acı gerçekleri sizlere anlatırken bir önceki romanımızın efsanevi yazarı Tekvin de bu esnada yazmayı sürdürmekte ve yok oluşa sayılı günler kaldığını da akılda tutarak tüm bu olup bitenleri sözcüklere dökmeye hummalı bir şekilde devam etmektedir. Zaman darlığı sebebiyle özet geçmekte bir sakınca görmediğini, yazdıklarının en ilginç kısımlarından biri olduğu su götürmeyecek derecede bariz olan şu yazı parçasından anlıyoruz:

 Güneşin sönmesine iki yıl kala Üçüncü Cihan Harbi diye nitelendirebileceğimiz o global(küresel) muharebeler serisi kimsenin beklemediği bir biçimde patlak vermiş, zaten yapay olduğu uzun süredir sezilen sevgi ve barış hayalleri yerini tüm dünyada çok şiddetli, içsel/dışsal ayrımının ötesindeki çatışmalara bırakmıştır.  

İlk başlarda özellikle Fransa ve İngiltere’de birer iç savaş şeklinde patlak veren bu savaş, daha sonra sınırları aşıp, ülkeler arasındaki barikatları yerle bir ederek dalga dalga tüm dünyaya yayılmıştır. Çatışmalar global ölçekte olduğu için kimse bu çatışmaları ne birer iç savaş, ne de birer dış savaş olarak niteleyebilmektedir. Artık iç düşman dış düşman kavramları anlamını yitirmiş, tüm dünya ülkelerindeki iktidarlarla muhalif güçler birbirine girmiştir. Mesele ne hangi milletin ötekinden üstün olduğu meselesidir, ne de savaşı hangi ülkenin kazanacağı meselesi.

Artık yaşamlarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmayan anti-kapitalist muhalifler “ya güneş sönmezse? O zaman kapitalizmi yıkıp komünizmi hayata geçirmek için bir daha zor bulacağımız bir fırsatı kaçırmış olacağız,” diye düşünmüş olacaklar ki ayaklanma kararı almışlardır. Küresel tahakküm küresel direnişe sebebiyet vermiş, tüm ülkelerdeki muhalif güçler kendi ülkelerindeki iktidarlara karşı amansız bir mücadeleye girişmiştir. Eğer bir ülkedeki muhalif güçler zayıf düşmüşse derhal o ülkeye diğer ülkelerden binbir zorlukla da olsa takviye güçler gönderilmektedir.

Hava sıcaklıklarının düşüşüne ve hava soğukluklarının artışına paralel olarak gittikçe azalan soğuk savaşlar ve gittikçe artan sıcak çatışmalar neticesinde savaşın yayılmadığı nokta kalmamış, bütün roller değişmiş, dünya neredeyse ters yönde dönmeye başlamış ve hastalar doktorlara, sömürülenler sömürenlere, ezilenler ezenlere, materyalistler metafizik ideologlarına karşı amansız bir direnişe girişmiştir. Saldırganlık ve şiddet daha önce hiç görülmemiş bir biçimde had safhadadır. Gelinen noktada artık ya global kapitalist düzen yerle bir edilecektir, ya da komünizm daha ana rahminden çıkamadan ilelebet tarihe gömülecektir. Hiç kimsenin kaçacak deliği yoktur, ki zaten hiç kimse de kaçacak delik aramamakta, bilâkis herkes saklandığı deliklerden çıkıp yıllardır hapsolageldikleri söz konusu delikleri tıkayarak savaşa katılmaya can atmaktadır.

Barikatlar her yerde, savaş ve ölüm birer yaşam biçimi halindedir. Ölüm yaşamın bir parçası haline gelmiş, hastalıklar sağlıklı bir geleceğin koşuluna dönüşmüştür. Muhalif güçler karşılarında buldukları acımasız kolluk kuvvetlerine karşı tüm olumsuzlukları birer silaha dönüştürmüş, en olumsuz gibi görünen koşullar global kapitalist sistemin kökten ve tamamen imhası için birer araç haline gelmiştir.

Eğer komünistler için amaç mevcut düzeni topyekün yerle bir etmekse, global kapitalizmin muhafazakarları içinse amaç karşı güçleri yeryüzünden sonsuza kadar silmektir gelinen noktada. Mesele bir ölüm kalım meselesidir.

 


Luther Blissett – Rupture

Araya pek çok ahkâm tohumu serpiştirdiğimizin farkındayız. Lâkin farkında olduğumuz bir başka şey de bizim, bu anlatının yazarı ve/veya yazarları olarak, okuyucularımıza sadece zevk vermek ve hoş vakit geçirmelerini sağlamak için yazmadığımız gerçeğidir. Son derece önemli mevzuları mercek altına alıyoruz burada; anlatıya ara vermişsek insanlığın geleceğine dair birtakım endişeler taşıyor oluşumuzdandır. Her neyse, lâfı daha fazla uzatmadan kaldığımız yere geri dönecek olursak görürüz ki olayın aldığı gayet komplike hâl yıllardır durmaksızın coşkuyla çarpamktan yorgun düşmüş ve/fakat aynı sebepten, yani durmaksızın çoşkuyla çarpmaktan ötürü, kas bakımından güçlenmiş yüreklere acı vermektedir. Çünkü “Ölüm ve Kapitalizm” temalı konferansın ilk konuşmacısı üç silahşörlerde şok etkisi yaratacak bir kişidir. Söylemeye gerek var mı bilmiyoruz, ama her ne hikmetse “istihbaratın düştüğü yanılgının ve bilgi eksikliğinin boyutları hem korkunç, hem düşündürücü, hem de ibret vericidir,” demekten de kendimizi alamıyoruz. Söz konusu yanılgıdan kaynaklanan istihbarat krizinin üç silahşörler için bu duygulara ilâveten endişe verici de olmasının ise insan doğasının gereği olduğunu da sözlerimize eklemeyi ihmâl etmiyoruz. Zira konferansın ilk konuşmacısı devletler platformunun korkulu rüyâsı Dr. Lawgiverz’dir. Belli ki doktor Japonya’da olmaktan ziyade tıpkı üç silahşörler gibi İngiltere’nin başkenti Londra’dadır.

Evet, yanlış duymadın, “Ölüm ve Kapitalizm” adlı konferansın ilk konuşmacısı, akıl ihsan olunmuş her fâninin aklına durgunluk vermesi kuvvetle muhtemel olsa da Dr. Lawgiverz’di, ey üstündeki lâneti yazgısı belleyen şaşkın okur. Akla zarar hakikatlerin birbiri ardına zuhruyla kasılan bilinçlerin daha fazla kasılmasına gönlümüz razı olmadığından, Dr. Lawgiverz’in konuşmasının anlatımızın kurgusu açısından önem arz etmeyen yanlarını budayıp, sadece hayati ehemmiyeti haiz bazı noktaları iktibas etmenin yerinde olacağını düşündük. Eminiz ki pek çok okuyucumuz bu kararımızı sevinçle karşılamış, içlerine dolan salakça sevinçle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette taklalar atmaya başlamıştır. Kararımızdan hoşnut olmayan okuyucularımıza ise elimizden herkesi tatmin etmenin mümkün olmadığı gerçeğini bir an olsun akıllarından çıkarmamalarını salık vermekten başka bir şey gelmediğini üzüntüyle belirtmek isteriz. Kendilerine burada sizlerin huzurunda söz veririz ki bir dahaki sefere de şimdi sevinç çığlıkları ve taklalar atan okuyucularımıza vereceğiz aynı salığı. Böylece her iki gruptaki okuyucularımızı da eşit derecede ihya etmiş olacağız sanırız. Kendini hangi gruba dahil hissederse hissetsin, hiçbir okuyucumuzu sanrılarımızla meşgul etmek istemediğimiz için lâfı fazla uzatmadan Dr. Lawgiverz’in konferansta sarfettiği ibret verici sözlere geçelim isterseniz şimdi hep birlikte.

Ama durun bir dakika, sanırız bu kısımları böyle hızlıca geçiştirmemek lâzım, ne de olsa Dr. Lawgiverz’in üş silahşörlerin dizi dibinde olması kurguya yepyeni bir boyut katıyor. Şef yanındaki iki embesile şaşkınlık ve kınamayı aynı anda dışa yansıtan bir bakış fırlatıyor. Az önce iki embesil diye andığımız müffettiş ve çavuş ise şefe şaşkınlık ve korku dolu bakışlarını gönderiyor. İşler iyice sarpa sarıyor anlaşılan. Her neyse ama, şimdi panik yapmanın ve çevredekilere işin içindeki bit yeniklerinden örnekler sunmanın hiç sırası değil. Üç silahşörlerin bu aşamada yapması gereken soğuk kanlılıklarını korumak ve ölümle kapitalizm arasındaki ilişkileri spekülatif realist bakış açısıyla mercek altına almak maksadıyla düzenlenmiş “Ölüm ve Kapitalizm” adlı bu konferansı konuyla son derece alâkadarmış gibi can kulağıyla dinlemek. Şimdi papara koparmanın ve Dr. Lawgiverz’in yanına gidip “tutklusunuz bayım, sizi neo-liberal düzenin ve global kapitalizmin temellerine dinamit döşemeye, bu suretle rejimi yıkmaya cüret ve teşebbüs etmekten tutukluyoruz!” demenin hiç sırası değil. Bu arada dikkatli okuyucularımız soracaktır; “peki ama üç silahşörler Dr. Lawgiverz’i nereden tanıyor? Anlatıda daha önce Dr. Lawgiverz’in resmini gördüklerini hatırlamıyoruz.” Haklısınız sevgili okurlar, görmediniz, çünkü gösteren olmadı. Bizim de gözümüzden kaçan bu ayrıntıyı gündeme getirdiğiniz için size teşekkürü bir borç biliriz. Borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi ise şimdilik bilemiyoruz. O yüzden hemen konuya açıklık getireceğini düşündüğümüz şu açıklamayı yapmayı boynumuzun borcu sayıyoruz: Dr. Lawgiverz’in resimleri devletler platformunun web sitesinde yayımlanmıştır; devletler platformu ise söz konusu resimleri bizzat doktorun kişisel web sitesinden araklamıştır. Zaten doktorun öyle saklısı gizlisi de yoktur. Internete girip google arama motoruna Dr. Lawgiverz yazıp ara’yı tıklamak irili ufaklı, renkli renksiz pek çok Dr. Lawgiverz resmine erişiminizi mümkün kılacaktır. Yani kısacası üç silahşörlerin, doktorun resimlerini görmesi değil, görmemesidir imkânsız olan. Bu konuya da yapıbozum tekniğini kullanmak suretiyle böylece açıklık getirdiğimize göre sanırız artık anlatımıza kaldığımız yerden devam edebilir, yani Birkbeck Enstitüsü’nün konferans salonuna geri dönebiliriz. Lâkin salona dönüp anlatıya devam etmeden önce tüm bu açıklamalarımızı anlamsız kılmak pahasına şunu da sözlerimize eklemeden edemedik: Zaten konferansın posterlerinde Dr. Lawgiverz’in ilk konuşmacı olduğu açık ve net bir biçimde yazılıydı. Bu posterlerin nasıl olup da üç silahşörlerin gözünden kaçmış olabileceğini ise  inanın biz de bilemiyoruz. Tek tesellimiz, bir anlatıcı da olsa insanın her şeyi bilmesinin mümkün olmadığı gerçeğidir.

Üç silahşörler konferans salonunun arka sıralarına oturmayı seçmiştir. Bu seçimlerinin ardında yatan sebep ise tüm salona hakim bir görüş açısına sahip olmak arzusunu taşımalarıdır; böylece salonda kuş uçurtmayacaklar, dişi olsun veya olmasın hiçbir sineğe geçit vermeyeceklerdir. Bu arada Dr. Lawgiverz, Ölümlüler, Ölümsüzler ve Spekülatif Gerçekçiler adlı konuşmasına başlamıştır bile, ki söz konusu konuşmayı da ne yazık ki anlatının akışı içerisinde yeri olmadığı düşüncesiyle kitabımızın son bölümüne aldığımızı belirtelim. Tekrarlamaktan asla bıkmayacağımız o bölüm ise her zaman olduğu gibi gene Dr. Lawgiverz’den Nihilistik Spekülasyonlar adını taşımaktadır, ey görüşleriyle kitabın organik bütünlüğüne katkı koyan paha biçilmez okur!

Sanctus and Other Films by barbarahammer.com from barbara hammer on Vimeo.

Sanctus is a film of the rephotographed moving x-rays originally shot by Dr. James Sibley Watson and his colleagues. Making the invisibile, visible, the film reveals the skeletal structure of the human body as it protects the hidden fragility of interior organ systems. Sanctus portrays a body in need of protection on a polluted planet where immune system disorders proliferate.

Snow Job: The Media Hysteria of AIDS, 1988, 8 min.
Endangered, 1989, 19 min.
Sanctus, 1990, 20 min.
Vital Signs, 1989, 10 min.

Dilip ChaudhuryÜst Düzey Bir Araştırma Komisyonu’nun ilk icraatı Dr. Lawgiverz’i bulup sistemin temellerini dinamitlemesini engellemek için yargıya havale etmek üzere üç siyasi polis memuru görevlendirmek olur. Üç farklı ülkeden seçilen ve kendi ülkelerinde işlerinin ehli olduklarını ispatlamış bu üç siyasi polisin biri şef, biri müfettiş, diğeri de basit bir çavuştur. Öncelikle üçünün de konuşabildiği ortak bir dil belirleyip, ki bu dil elbette ki İngilizce’dir, işe koyulan bu üçlüye Üç Silahşörler demek ise ilerleyen süreçte açıklığa kavuşacak sebeplerden ötürü sanırız pek yerinde olacaktır. Dolayısıyla da bundan böyle onları üç silahşörler olarak anacağımızı şimdiden belirtelim.

Her neyse, geleneksel romanlarda olduğu gibi durup da bu üçlünün teker teker karakter tahlillerine girişmek yerine, karakterlerini olayların seyrinin açıklığa kavuşturmasını günümüz edebiyatına uyum açısından uygun bulduk. Örneğin göreve getirildikleri o ilk günkü karşılaşma esnasında gerçekleşen şu anekdot bile bize nasıl bir üçlüyle karşı karşıya bulunduğumuzu göstermeye yeter ve hatta artar bile diye düşünüyoruz.

Şef şu sözlerle başlasın mesela konuşmasına: “Arkadaşlar merhaba. Bildiğiniz gibi Dünya Devletleri Ortak Platformu’nun istihbarat şubesi baş sorumlusu kendisine verilen yetkiye dayanarak Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu oluşturdu ve beni de şimdilik üçümüzden ibaret bu komisyona şef olarak atadı. Bundan böyle aramızdaki kültürel farklılıkları geri plana itip ortak bir amaç doğrultusunda, yani Dr. Lawgiverz’i ve Spekülatif Gerçekçiler’i haince planlarını yürürlüğe koymaktan men etmek yolunda birlikte çalışacağız. İstihbarat şubesi baş sorumlusunun bana verdiği dosyaya göre Dr. Lawgiverz şu anda Japonya’da. Sanırım aramızda bir Japon’un bulunması da bu yüzdendir.” Bunları söylerken bakışlarını müfettişe yönelterek başını hafifçe öne eğmesinden anlıyoruz ki müfettiş Japon’dur, ki nitekim öyle olduğu için de sözü devralan o olacaktır. “Teşekkürler şefim. Japonya polis teşkilatı olarak, Dr. Lawgiverz’in iletişim halinde olmanın da ötesinde bir takım bilimsel projeleri hayata geçirmek üzere son derece içli dışlı olduğu bilim adamını tespit etmiş bulunmaktayız. Takamuro Kootaro adındaki bu adam yıllardır zamanda yolculuk, ölümsüzlük ve daha başka doğa üstü hadiselerle ilgili araştırmalar yapıyor. Ne yazık ki arkasındaki güçleri henüz tespit edebilmiş değiliz, ancak Japonya dışından, büyük ihtimalle Kuzey Amerika’dan olduğunu tahmin ettiğimiz bazı şer odaklarından beslendiğini tahmin ediyoruz. Ona maddi kaynak sağlayan birden fazla enstitü olduğu aldığımız duyumlar arasında.” O vakte kadar tüm bunları dikkatle dinlemekte olan çavuş tam da müfettiş sözlerini bitirdiği esnada araya girerek Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olduğunu ele veren bir cümleyle başlayacaktır konuşmasına. “Chicago Haberalma Örgütü’nde geçirdiğim yıllar boyunca edindiğim tecrübeyle ifade edecek olursam Dr. Lawgiverz’in söz konusu Japon bilim adamına maddi kaynak sağlayan enstitülere göbekten bağlı olduğunu söyleyebilirim. Elimizde henüz kanıt olmasa da Dr. Lawgiverz’in Takamuro Kootaro’yla ülkemizdeki birtakım ne idüğü belirsiz enstitüler arasında bir nevi köprü vazifesi gördüğünden eminiz diyebilirim. Oradaki arkadaşlarım gerekli kanıtları bulmakla, bulamadıklarını ise yaratmakla meşguller şimdi.”

Dikkatli okuyucularımızın gözünden kaçmayacağı üzere şefin milliyetini belirtmediğimizin ise elbette ki farkındayız. Bunun sebebi kendisinin Atlantik Okyanusu üzerinde uçmakta olan bir uçakta ve/yani hiçbir ülkenin hava sahasına dahil olmayan bir bölgede doğmuş olmasıdır. Annesi İspanyol-İtalyan, babası ise Fransız-İngiliz kırması olan bu adam sizin de gördüğünüz üzere kırmaların kırmasıdır. Avrupalı diyebileceğimiz şef, artık Avrupa Birliği kurulduğu için çoğu anlamsızlaşan toplam altı ülkenin pasaportunu birden taşımakta ve yedi dili anadili gibi konuşabilmektedir. Elbette ki bunun sebebi herhangi bir anadile sahip olmamasıdır, yani mantık kurallarına özen gösteren okuyucularımızın da takdir edeceği üzere az önce yanlış bir benzetme yapmak gafletine düştük. Zira anavatanı olmayan bir insanın anadili de olmaz, olamaz.

Londra’nın her zamanki gibi o son derece soğuk ve yağmurlu gecelerinden birinde, Dünya Devletleri Ortak Platformu tarafından üç silahşörlere merkez ofis niyetine tahsis edilen, Liverpool Street yakınlarındaki o eski evde vuku bulan bu anekdot, üç silahşörlerin, ertesi gün bazı spekülatif gerçekçilerin Londra’da boy göstereceği bir konferansa, esas amaçlarının ne olduğunu kimseye çaktırmadan katılıp olayın felsefi boyutunu mercek altına alma kararıyla son bulacaktır, ki nitekim sanırız bulmuştur da zaten işte.

A Lacanian Ink Event – Jack Tilton Gallery – NYC, 10/15/2010
Introduction by Josefina Ayerza


Post-yapısalcılık adlı düşünce akımının son otuz yılda deforme olmakla kalmayıp özündeki ideoloji karşıtı duruşa son derece ters düşen bir şekilde yüceltilerek global kapitalizm dedikleri üretim ilişkileri biçiminin elinde şamar oğlanına döndürüldüğünü artık hepimiz biliyoruz. Ünlü Alman düşünürü Karl Marx’ın tarif ettiği biçimiyle kapitalizm, içinde bulunduğumuz şu günlerde çok daha vahşi bir hal almıştır ve karşıtlarını içinde barındırmakla yetinmez, bunları kendine hizmet edecek şekilde deforme edip anti-kapitalist güçleri etkisiz ötesi kılar. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, örneğin Gilles Deleuze ve Felix Guattari gibi aklı ve deliliğin anlamını sorgulamakla işe koyulmuş, akabinde geliştirdikleri bir atakla ise Freud’cu psikanalize ve Marxizm’in ortodoks kanadına Nietzsche vasıtasıyla karşı çıkarak materyalist bir psikiyatri ve ortotoks olmayan bir Marxizm yaratma çabalarının nasıl olup da global kapitalizm dedikleri üretim ilişkileri biçiminin boyunduruğu altına girerek global anormalleşmeye hizmet eder hale geldiğini idrak etmemiz kolaylaşır.

Post-yapısalcılık özünde yapısalcılık, Batımerkezci aklın egemenliği ve Aydınlanma akımına bir tepki olarak Fransa’da doğmuş ve bu akımların kalıpçı ve dogmatik yanlarını budamaya yönelik teorik yazılarla işe başlamıştır. Özellikle Michel Foucault, Gilles Deleuze, ve Jacques Derrida’nın birbiri ardına yayınladıkları kitaplarla Kuzey Amerika üzerinden tüm dünyaya yayılmış bir düşünme biçimidir post-yapısalcılık. Temelde durağanlık karşıtı ve sürekli değişim taraftarı olmasına karşın post-yapısalcılık Kuzey Amerika’lı akademisyenlerin öğrencilereine çarpıtarak aktarmakta tereddüt etmediği ve bunun neticesinde de çarpıtılmış, yani Amerikanlaştırılmış haliyle edebiyat ve sinema başta olmak üzere tüm kültürel üretim alanlarının egemen teroik temelini oluşturmuştur. Hollywood filmlerinin post-yapısalcılığı para getirecek şekilde deforme edip sömürerek kitlelere ulaştırması neticesinde ise bu akım bugün maalesef bir tepki olarak doğduğu kapitalist ve Batımerkezci düşünce kalıplarının oyuncağı olmuştur. Tabii benim bu yazıdaki amacım post-yapısalcılığı global kapitalistlerin elinden kurtarıp hakettiği yere yerleştirmek değil, bunun boş bir çaba olacağı kanaatindeyim. Heidegger’in de dediği gibi “korkunç olan şey çoktan gerçekleşti.” Benim bu yazıdaki amacım post-yapısalcılığın toptan reddedilecek bir düşünce biçimi olmadığını, bilâkis tıpkı Frankfurt Okulu Eleştirel Teori’sinden olduğu gibi ondan da öğrenilecek ve global kapitalizm destekli global anormalleşmeye karşı kullanılacak pek çok şey olduğunu gözler önüne sermektir. Düşünülüp yazılanları arka bahçeye gömüp unutmakla geleceği dünden ve bugünden daha iyi kılmanın mümkün olmadığı kanaatindeyim.

Post-yapısalcılık, yapısalcılık ve Aydınlanma projelerine bir alternatif üretmek maksadıyla ortaya çıkmış ve tek tip aklın egemenliğine karşı alt-kültürleri, delileri, anormalleri, dışlanmışları, sömürülüp bir kenara atılmışları öne çıkarmakla son derece yerinde bir çabanın ürünü olarak özellikle yetmişlerde ve seksenlerde dünyayı sarsmış olsa da, global kapitalizm marjinalliği ve anormalliği moda haline getirerek bu dışlanmış ve öteki diye tabir edilegelmiş grupları marjinalliklerinden ederek günün normu haline getirmiştir. Artık herkes anormaldir ve bununla gurur duyanların sayısı hiç de az değildir. Korku filmlerine baktığımız zaman psikopatların başından geçen ilginç olayları ve doğaüstü hadiseleri çarpıtarak aktarmak suretiyle milyonlarca dolar para kazanan yapımcı ve yönetmenlerin bolluğu göze çarpmakta, hatta gözleri yuvalarından etmektedir.

Post-yapısalcılığın statik ve normalleştirici düşünce kalıplarını yok ederek yerine akışkanlığı ve dinamizmi yerleştirme projesinin pratikte fiyaskoyla sonuçlanmış olduğu doğrudur. Bunun sebebi az önce de sözünü ettiğim gibi kapitalizmin yapısı gereği kendine karşı olan her fikri emip süzgeçtem geçirerek kendi lehine çevirmekte gösterdiği başarıdır.

Marx’ın kapitalizmin kendine karşı olan güçleri bünyesinde barındırdığını ta o zamandan söylemiş olduğunu zaten söylemiştim. Yinelemekte zarar yok, fayda var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’ndan kaçarak Amerika’ya sığınan Theodor Adorno, Max Horkheimer, ve Herbert Marcuse gibi düşünürler Marx’ın işte bu görüşüne Nietzsche’nin toplumsal, etik ve estetik değerlerin yok edilip yeniden yaratılması gerektiği görüşünü de ekleyerek günün koşullarına uyarlamış ve savaş bittikten sonra neşe içerisinde yenilmiş bir Almanya’ya dönerek Frankfurt Okulu’nu kurup bugün Eleştirel Teori diye bilinen yaklaşımın öncüleri olmuşlardır. Temelde kültür ve siyaseti birbirinden ayırmanın yanlış olduğunu vurgulayan Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisine göre kapitalizm hasta bir toplum yaratmakla kalmayıp bu hastalığı sinema, edebiyat ve daha başka kültürel formasyonlar vasıtasıyla popülerleştirerek kitleye pazarlıyordu. Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin içsel çelişkilerini içselleştiren bireyler kişilik bölünmesi yaşayarak kitlesel bir halüsinasyonun kuklaları ve kurbanları haline geliyordu. Dolayısıyla eleştirmenin görevi kendisini toplumun dışına atarak mutsuz bilincine rağmen, hatta bu mutsuzluktan ve yalnızlıktan güç alarak yeni bir düzenin yaratılması yolunda yazılar yazmaktı.

Benzer bir çizgide Gilles Deleuze ve Felix Guattari iki ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni: Anti-Oedipus adlı kitaplarında Marx-Nietzsche-Freud üçgeni içerisinde değerlendirdikleri geç kapitalizmin kendine karşı güçleri hem üretip hem de yok ettiğini yazacaklardır yetmişlerin sonlarına doğru. Her ne kadar şizofreninin sadece kapitalizmin bir ürünü olduğuna katılmasam da Deleuze ve Guattari’nin kapitalizmin kendi ürettiği anormallikleri bastırarak canına can kattığını ve radikal anormalleşmeye götüren bir üretim-tüketim ilişkileri kısrdöngüsüne dayandığını itiraf etmek durumunda hissediyorum kendimi.

Görüldüğü gibi post-yapısalcılık ve Eleştirel Teori birbirinden sanıldığı kadar da uzak değil. Bu iki düşünce akımı yer yer birbirine zıt gibi görünse de aslında aynı hedef doğrultusunda gelişmiş ve birbirine benzer yanları olan, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş iki ayrı muhalif tavırdır. Her iki düşünce sisteminde de göze çarpan en temel özellik disipilinlerarası bir yaklaşım sergileyerek felsefe, psikanaliz, edebiyat, sinema, siyaset alanları arasında yeni bağlantılar kurmak çabasıdır. Bu çaba yer yer başarısızlıkla sonuçlansa da bu farklı söylem biçimlerinin sentezlenmesi elbette ki takdire şayan bir uğraştır ve kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin eleştirisini ekeonomi-politik gibi dar bir alandan kurtarıp kapitalizmin dış yapısı ve iç dinamikleri gereği kendini sürekli yenileyerek büyüyen bir hal aldığı günümüz dünyasında kültür araştırmalarının hakettiği öneme kavuşmasını sağlamıştır. Her iki grubun da geç kapitalizmin dayattığı normlar karşısında anormalliğin eleştirel bir tavır takınmakta faydalı olabileceğini savunması ise bir tesadüftür. Zira biliyoruz ki post-yapısalcılık ve Eleştirel Teori uzun yıllar birbirlerinden habersiz bir şekilde sürdürdüler çalışmalarını. Nitekim Michel Foucault bir röportajında “Adorno’nun çalışmalarından haberim olsaydı kariyerimin başında yazdığım Deliliğin Tarihi adlı yapıtımda söylediğim pek çok saçma şeyi söylemekten kaçınırdım. Fransa’da Ecole Normale’de okurken  profesörlerimiz bize hiç bahsetmemişti Frankfurt Okulu’nun çalışmalarından. Adorno’yu keşfettiğim zaman benim patikalar açmakla uğraştığım alanlarda Adorno’nun çoktan beridir caddeler inşa ettiğini görünce hem üzüldüm hem de sevindim,” türünde sözler sarfetmiştir. (Bu noktada tarihi okuma biçimi bakımından Foucault’yla pek çok benzerlikler taşıdığını düşündüğüm Arif Hasan Tahsin’in “Aynı yolu yürüyenler farklı yerlere varamazlar,” sözlerini hatırlamamak neredeyse imkansız).

 

Dünyamızda hem doğa hem de kültür birbirine paralel olarak sürekli değişiyor. Bu değişimin devamlı suretle bir gelişim şeklinde gerçekleştiğini söylemekse oldukça zor görünüyor. Ve/fakat akışkanlığın moda haline geldiği, kimliklerin global kapitalizm potası içinde eriyerek yer yer birbirine girdiği şu günlerde düşüncenin olduğu yerde sayması elbette ki beklenemez. Bunu beklemek oldukça saçma bir beklenti olur kanaatindeyim. Nitekim kimse de böyle bir şey beklemiyor zaten ve düşünürler de düşüncelerini değiştirip günün koşullarına uyarlamak suretiyle çığ gibi büyüyen bir global anormalleşme süreci karşısında kendi normlarını ve içinde yaşadıkları toplumarın değerlerini eleştirecek yeni yöntemler ve söylemler yaratmak yolunda didinip duruyorlar. Tüm dünyada olduğu gibi yurdumuzda da geçmişten bağımsız bir gelecek düşleri bir tarafa bırakılıp tarihten kaçmanın imkansızlığı yavaş yavaş idrak ediliyor. Artık anlamayan kalmadı bugünün anlam kazanması için dünün unutulmamakla kalmayıp yeniden yazılmasının şart olduğunu. Farklı ve etkili yorum gelmişi de geçmişi de doğrusunu unutmadan yanlış okumayı becerebilmekten geçer. Bunun içinse eleştirel yorumcunun şimdi ve burada içinde yaşadığı koşullardan hareketle ve/fakat bir başka dünyanın, bir başka düzenin kurallarıyla kendi yaşam biçiminin temellerini sarsacak gücü ve cesareti kendinde bulması gerekir sevgili okur.

Bunu yapmayı başarmış en önemli okur-yazarlardan biri olan Slovenyalı düşünür Slavoj Zizek gerek kitaplarında gerekse röportajlarında ütopyaların ölmediğini veya en azından ölmemesi gerektiğini sık sık vurguluyor. Zizek hem post-yapısalcılığı hem de Eleştirel Teori’yi kullanarak bu ikisinin ötesinde ve ne biri ne de öteki olan yeni bir yaklaşımın temellerini atmış bir kişi. Zizek bunu özellikle iki grubun da dışladığı Lacan’ın öznenin oluşum teorisini Hegel’le beslemek suretiyle siyaset bilimi ve kültür araştırmalarına uygulayarak başarmış.

Zizek’in konumuzla alakasına birkaç cümle sonra döneceğiz, ancak öncelikle Lacan’ın neden önemli olduğunu kavramalıyız. Lacan’da karşılaştığımız en önemli yenilik çocuğun biyolojik varlığının sosyolojik varlığa dönüşme sürecinin açıklığa kavuşmasıdır. Lacan’cı psikanaliz büyük oranda işte bu geçiş sürecini anlatmaya çalışır. Lacan’a göre çocuk dili öğrenmeye başladığı andan itibaren biyolojik varlığından uzaklaşmaya başlar. Yani çocuk “benim adım şudur, budur, ben şuyum, buyum” demeyi öğrenmeye başladığı andan itibaren sosyal kimliğini kazanmaya başlamış, ve saltık kimliğinden, yani biyolojik kimliğinden uzaklaşmaya başlamış demektir. Buraya kadar pek de öyle yeni bir şey yok aslında, zira tüm bunlar Freudcu psikanalizle oldukça yakın bir ilişki içerisinde. Ama unutulmamalı ki Lacan’ın burada altını çizmeye çalıştığı nokta dil dediğimiz şeyin olgunlaşma sürecindeki yeri. Dilin edinilmesiyle birlikte çocuk ben, sen, o, biz, siz, onlar ayrımını yapmayı öğreniyor ve böylelikle de kendisiyle sosyal çevre arasına bir çizgi çekiyor, bir sınır koyuyor.

İşte şimdi Zizek’in konumuzla alâkasına gelebiliriz, ki nitekim işte geldik de zaten. Sanırım geldiğimiz bu noktada öncelikle eğlence endüstrisinin global anormalleşmeye katkılarından söz etmemizde fayda var. Biliyoruz ki ezelden beridir eğlenmek için normdan sapmak gerektiği görüşü son derece yaygın. Ortaçağ’dan beridir bir ülkedeki eğlencenin bolluğu o ülkedeki özgürlük bolluğunun göstergesi olarak kabul ediliyor. Ve/fakat bu görüş global kapitalizmin geldiği ve bizi getirdiği noktada anlamını yitiriyor. Meselâ reklamlara baktığımız zaman görüyoruz ki çoğu ürün insana verdiği zevk ve yaşamın tadının daha çok çıkarılmasına katkıları bağlamında değer atfediliyor. Bir mal ne kadar zevk verirse tüketiciye fiyatı da o kadar artıyor. Zizek’e göre global kapitalist sistem artık eğlenceyi kısıtlamıyor, aksine özendiriyor. Yurdumuzdaki eğlence mekânlarının bolluğu ve eğlence sektöründe bir kaç yıldır yaşanan patlama bunun en önemli göstergelerinden biri. Dolayısıyla yurdumuzdaki eğlence mekânlarının bolluğuna kanıp da yurdumuzun her gün ve her bakımdan özgürleşmekte olduğu sonucuna varmak son derece yanlış. Bilâkis eğlence sektöründeki bu patlamayı global kapitalizmin insanları boyunduruğu altına alıp onları özgürleşmekte oldukları yanılsamasına hapsederek salakça bir sevince mahkûm ediyor oluşu şeklinde yorumlamalıyız. Bu yorumu yapabilmemiz içinse çok eğlenmiş ve eğlenceden bıkıp usanmış olmamız gerekmiyor; her ne kadar eğlenceden bıkıp usanarak eve kapanıp bol bol kitap okumak ve Hollywood filmlerinden daha başka filmler seyretmek bu saptamayı yapmayı kolaylaştırıcı faktörler olsa da…

Ha eğer olayı global bazda düşünmek arzusuyla yanıp tutuşmamıza rağmen odaya kapanıp mevcut düzeni eleştiren kitaplar okumak ve sıradışı filmler seyretmek düşüncesine sıcak bakmıyorsak mahalle bakkalına gidip Coca-Cola tenekelerine bakmamız da işe yarayabilir. Coca-Cola tenekesine baktığımız zaman görürüz ki üzerinde “Enjoy Coke!” yazmaktadır ki bu Türkçe’de aşağı yukarı “Kolanın tadını çıkar!” veya abartacak olursak “Kola iç ve zevk al, hatta zevkten kudur!” anlamına falan gelmektedir. Oysa kola içip de orgazm olanını ben henüz ne gördüm ne de duydum.  Kola içen adamın da kadının da olsa olsa dişleri çürür, asitten midesi delinir, kendisini çarpıntı bulur, şeker hastası olur ve daha da abartacak olursak kudurur ölür; zevkten değil ama, global ve kapitalist gazdan…

Ölümün bu denli yakınlaşmış olması elbette ki o güne dek eşi benzeri görülmemiş bir karmaşa yaratacaktı dünyada. Ne de olsa hepimiz bir gün mutlaka öleceğimizi bilsek de bunun tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini asla bilemeyiz, tabii eğer ölümcül bir hastalığa yakalanmışsak ve ölüm tarihimiz işinin ehli bir doktor tarafından matematiksel bir şaşmazlıkla saptanmamışsa. Ayrıca, gerçekleşecek ölümün toplu bir ölüm olacak olması da ölümü tekil bir olay olmaktan çıkarıp, Ölüm diye tabir edebileceğimiz çoğul ve kolektif bir olaya dönüştürüyordu. Büyük harfle yazılmış Ölüm ise küçük harfle yazılan tekil ölümlerden çok farklı bir anlam taşıyordu. “Sanırım Ölüm ve ölüm arasındaki ilişkiyi Heidegger’in Dasein ve dasein, yani Varlık ve varlık kavramları arasındaki ilişkiye benzetebiliriz,” dedi ontolojiden az çok anladığı anlaşılan bir okuyucu; ama tabii onu kimse duymadı, ve biz sözlerini buraya aktarmak ihtiyacı duymasaydık diğer bütün okuyucular bu benzetmeden bihaber olacaktı.

Yaşanan kaosun boyutları o denli kaygı verici seviyelerde seyretmekteydi ki, bir kitap önce bahsettiğimiz ve dünyadaki tüm ekranların neden bir anda hep birden beyazlaştığını açıklığa kavuşturmak üzere oluşturulan Dünya Devletleri Ortak Platformu (DDOP) acilen toplanıp güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceği yönündeki spekülasyonların kaynağını ve söz konusu spekülasyonların bilimsel dayanağı olup olmadığını araştırmak üzere Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu kurulmasına karar verecekti. Bu toplantı o kadar ateşli tartışmalara sahne olmuştu ki olup bitenleri tüm detaylarıyla olmasa bile en azından mümkün mertebe detaylı bir şekilde anlatmazsak kurguda devasa bir boşluk oluşacağından ve söz konusu boşluğu doldurmak için hayâl güçlerini ve projeksiyon mekanizmalarını kullanmak yerine her şeyi anlatıcıdan bekleyen bazı talepkar okuyucuların isyanlarını daha başlamadan bastırmak gayesiyle, olası boşluğu önemsemeyen, hatta farkında bile olmayan, olsalar da onu kendi uyduracakları diyaloglar ve fantezilerle doldurmaktan gocunmayan, bilakis zevk duyan güzide okuyucularımızn affına sığınarak, az önce sözünü ettiğimiz toplantının teferruatlarına geçiyoruz şimdi.

Öncelikle belirtmek isteriz ki toplantı ta en başından gereksiz bir gerginlikle başladı. Çünkü Dünya Devletleri Ortak Platformu’nun başkanı o sabah evden çıkmadan önce evde tost yapacak ekmek ve kahveye koyacak süt olmadığı için karısıyla münakaşa etmişti. Sorun, kadının bir gece önceden kalmış iki dilim pizzayı ve iki ay önceden kalmış süt tozunu adamın önüne koymasıyla çözülmüş gibi gözükse de, monotonluğa varan bir düzene olan düşkünlüğü ve rutinden sapmamaya meyilli kişiliği sebebiyle, başkanın güne sinirli başlamasına, bunun neticesinde ise toplantıyı açarken söylediği o talihsiz ve bir o kadar da düşündürücü sözlerin ağzından çıkmasına yetmişti. O sözler şunlardı sevgili okur: “İçimden bir ses birbirimize artık günaydın diyemeyeceğimiz günlerin yakın olduğunu söylüyor. O sese inanıp inanmamak konusunda ise henüz net bir karara varmış değilim. Yaşamakta olduğum ve ruhumda derin yaralar açmakta olan bu çelişki yüzünden her zamanki kadar içten bir günaydınla açamayacağım ne yazık ki oturumu. Umarım bu tavrımı anlayışla karşılarsınız.” Ekranların beyazlaşmasının ardından yaşanan süreçte sergilediği soğuk kanlılıkla öne çıkan, olaylara nesnel yaklaşımıyla tanınan, hiç gereği yokken karamsar olmayı ve hiç gereği yokken iyimser olmayı dışlamak suretiyle “kötümser akıl – iyimser irade” şiarını yaşam biçiminin temel ilkesi edinmiş ve işte zaten tam da bu yüzden başkanlık koltuğunda oturan başkanın hiç gereği yokken sergilediği bu olumsuz tavır delegeler arasında mırıldanmalarla başlayıp gittikçe artan bir ses dalgasının yayılmasına sebebiyet vermiş ve Dünya Devletleri Ortak Platformu genel sekreterinin “sizi aklı başında bir insan bilir, öyle sayardık sayın başkan, fakat görünen o ki soğuk kanlılığınızı muhafaza etmekte güçlük çekiyorsunuz, yüksek müsaadenizle sorabilir miyim, nedir acaba sizi ortada fol yok yumurta yokken bu denli endişe verici ve karamsar söylemleri dillendirmeye iten?” Başkan elbette ki kendisini günaydın kelimesine elveda diyecekleri günlerin yakın olduğunu dillendirmeye iten etkenin sabahleyin karısıyla arasında geçen ve fol ile yumurtadan ziyade, tost ekmeği ile süt eksikliğinin kaynaklık ettiği münakaşanın sinir sisteminde yarattığı geçici bir zayıflık şeklinde zuhur etmesi olduğunu söyleyemezdi, ki sanırız düzeninin bozulmasına paralel olarak alt-üst olan hormonal dengesiyle, yani bilinçdışıyla ilgili olan bu durumun kendisi de farkında değildi zaten. Lâfı fazla uzattığımızın farkındayız, ama bunlar önemli konular. İnsan doğasına ve ağır yük altındaki insanların ruhsal yaşamına ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulunmak herkesin eline, her zaman geçen bir fırsat değil ne yazık ki; biz de işte bu gerçekten hareketle elimize geçen bu fırsatı değerlendirip, insan doğasına ve ruhsal yaşama, ahkâm düzeyinde de olsa katkı koyalım dedik. Her neyse, genel sekreterin sözlerini yürütme kurulu sorumlusunun “bizden bir şey mi gizliyorsunuz sayın başkan, bizim bilmediğimiz bir şeyler mi biliyorsunuz, istihbaratın yürütmekte olduğu gizli bir operasyonun meyveleri mi bunlar? Sanırım bu soruların yanıtlarını bilmek sadece yürütme kurulu sorumlusu olan benim değil, tüm delegelerin hakkı.” Yürütme kurulu sorumlusunun bu kuşkucu ve pireyi deve yapan soruları karşısında afallayan başkan ancak o zaman uyanıp sabah miskinliğini üzerinden atabildi. Ev ve iş yaşamını karıştırmamalıydı, bir boşanmanın arifesinde olmalarının kuvvetle muhtemel olduğunu ima eden o talisiz sözleri Dünya Devletleri Ortak Platformu delegelerine değil, karısına söylemiş olmalıydı. İnsan belirli bir rutine alışmışsa düzeni bozulunca böyle yersiz sözler sarf edip saçmalayabiliyor işte. Ama diğer yandan bakarsak aslında başkan saçmalamıyor, bilakis son derece yerinde sözler sarf ediyor da olabilirdi. Zira kim bilebilirdi ki güneşin gerçekten de 4.5 yıl içerisinde sönüp sönmeyeceğini? Nitekim bir yıl önce televizyon ekranlarıyla başlayıp, bir-iki hafta gibi kısa bir zaman zarfında dünyadaki tüm ekranları kaplayan o kaynağı meçhul, esrarengiz beyazlık da kimsenin aklına gelmezdi. Hatta kimilerinin günümüzde bile bu beyazlığın gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekmekte ve bizzat kendilerinin kafayı yemiş olabileceğinden endişe etmekte ısrarlı olduğu söylenir, ki bunda haksız da sayılmazlar aslında, zira gerçek olan bir şeyin, yani ekranların beyazlaşmasının gerçek olmadığını sanıyorlar; bu sanrının ise deliliğin yarısından çok daha fazlasını teşkil ediyor olduğunun kuşkuya yer bırakmayacak denli kesin, son derece bilimsel bir veri olarak kabul edilebileceğini ise bilmiyoruz söylemeye gerek var mı, ama her zaman olduğu gibi yine de söylüyoruz işte, belki vardır diye. Akıl ihsan olunmuş her fani, dünyadaki tüm ekranların bembeyaz olduğunu teslim etmek durumundadır çünkü bizce; hatta daha da ileri gidecek olursak, ekranların beyazlaşmasının kabulü aklın göstergesi, reddi ise akıl hastalığının belirtisidir bile diyebiliriz, ki nitekim işte dedik de zaten galiba. 

“Elimizde henüz kesin bir bilgi yok, ama Dr. Lawgiverz diye bir adamın adı dolanıyor ortalıkta,” diye sürdürdü başkan konuşmasını ve detayları delegelere nakletmek üzere sözü istihbarat teşkilatı baş sorumlusuna bıraktı. “Aslında nakil aşamasına gelmiş pek bir şey yok, ama şimdilik şunu söyleyebiliriz ki ajanlarımız fellik fellik Dr. Lawgiverz’i arıyor. Elde ettiğimiz son bulgulara göre en son Uzak Doğu’da görülmüş. Orada ne halt ettiğini biz de bilmiyoruz, ama sanırız Japon bir bilim adamıyla uzun süredir zamanda yolculuk, ölümden sonra yaşam ve uzaylılarla irtibatla ilgili bir iş çeviriyorlar. Tüm bunların güneşin 4.5 yıl içerisinde sönecek olmasının yanı sıra ekranların beyazlaşmasıyla da bir ilgisi olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca Dr. Lawgiverz’in Spekülatif Gerçekçilik adlı bir felsefi akımın öncüleri olan ve kendilerine Spekülatif Gerçekçiler diyen bazı kişilerle de örgütsel faaliyetler yürütmekte olduğu da aldığımız duyumlar arasında. Tüm bunlar arasında ne gibi bağlantılar olduğunu tabii ki her zaman olduğu gibi gene zaman gösterecek. Hummalı çalışmalarımız en fenni şekilde sürüyor, ajanlarımız dünyanın dört bir yanına dağılmış, Dr. Lawgiverz’i ve ilişki içerisinde olduğu kişileri arıyor. Internet üzerinden, birer hücre niteliğini taşıyan bloglar vasıtasıyla dünyaya bir virüs gibi yayılan bu felsefi-örgütsel hareketin son derece kompleks bir haberleşme ağıyla vücut bulmakta olduğunu, hatta söz konusu ağla özdeş olduğunu söyleyebiliriz. Örümcek Avı diye adlandırmayı uygun bulduğumuz operasyonlarımız Spekülatif Gerçekçiliğin köküne kezzap suyu dökünceye kadar sürecektir; bundan kimsenin kuşkusu olmasın!”

Konuşmasının sonlarına doğru kendinden geçtiği ve soğuk savaş günlerine geri döndüğü söylemeye bile gerek olmayacak derecede bariz olan istihbarat teşkilatı baş sorumlusunun Dracula’yı aratmayacak derecede kan içmeye meyilli olduğu her halinden belli. Sözlerini bitirdikten sonra önündeki bardaktan üç-dört yudum su almakla yetindi ama şimdilik. O suyunu içerken delegeler de gayet yoğun bir biçimde aldıkları notları birbirleriyle karşılaştırıyor ve heyecanlı heyecanlı mırıldanıyorlardı. Derken, artık tamamen uyandığı anlaşılan ve sabahleyin karısıyla arasında geçen münakaşayı unutmuş gözüken başkan, ellerini birbirine vurmak suretiyle insanlar arasında alkış tabir edilen ve genellikle beğeni göstergesi, nadirense protesto belirtisi kabul edilen etkinliği hayata geçirmeye başladı. Onu, çok geçmeden diğer delegeler de izleyecek ve bu büyük buluşma, duygu yoğunluğundan ötürü kalbi hızla çarpmakta olan, hatta coşku ve sevinçten gözleri yaşla dolma noktasına gelen istihbarat teşkilatı baş sorumlusunun hanesine yazılan artı iki puanla doruk noktasına ulaşan daramtik sahneyle sona erecekti. Belli ki başkanın ve onu takiben delegelerin alkışı bu bağlamda protestodan ziyade beğeni niteliği taşıyordu. Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu kurulmasına işte o gün, oylamaya bile gerek kalmadan karar verildi. Komisyonun başına Dracula’yı aratmayacak derecede kan içmeye hevesli ve hayata bakışı Rambo’nun bıçağını aratmayacak kadar keskin bir insan olduğu her halinden anlaşılan istihbarat teşkilatı baş sorumlusu getirildi. Komisyonun temel ilkesi ise “hedef göster, ceset iste!” olarak belirlendi.  

Felsefedeki iki önemli dönüm noktası Descartes ve Spinoza’nın eserlerinde çıkıyor karşımıza. Birbirlerinin tersi yönlerde ilerleyen bu dönümler şöyle: Descartes ruhun bedenden bağımsız, kendine yeterli ve bedenin ölümü halinde bile varlığını sürdürebilecek bir şey olduğunu söylüyordu. Oysa Spinoza buna şiddetle karşı çıkmış ve ruhun varlığını bedenden bağımsız olarak sürdüremeyeceğini, bedenin ölümünün ruhun da ölümü anlamına geleceğini son derece kesin ve net bir dille ifade etmişti. Hatırlatmalıyız ki Descartes ve Spinoza aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış ve ikisi de bilimin önlenemez yükselişine tanıklık etmişti. Hatta bu yükselişte ikisinin de önemli birer rol oynadığını söyleyenler bile vardır günümüzde. Lakin elbette ki bu tür yorumların tamamen yersiz olduğunu söylemek doğru değildir, zira bildiğimiz bir başka şey de Descartes’ın filozofluğa ilaveten üstün bir matematikçi ve Spinoza’nın da becerikli bir lens yapımcısı olduğudur. Hemen belirtelim, Spinoza yaşamının büyük bir kısmını odadan odaya taşınarak ve kiraladığı bu odalarda geceleri felsefe kitapları yazıp gündüzleri de lens yapım ve satımıyla uğraşarak son derece cüzi miktarlarla sağlıyordu geçimini. O kadar ki, abartacak olursak aldığı para barınma ve beslenme dışında ancak mürekkep, kalem ve kâğıt almaya yetiyordu diyebiliriz. Hiçbir zaman malı mülkü olmamış, ailesinin ona bıraktığı mirası bile istemeyip her ne hikmetse sadece anne ve babasının yatağını almış ve söz konusu yatağa yaşamının sonuna kadar sahip çıkmıştı. Anne ve babasının Spinoza’nın doğumuna yönelik olarak bulundukları cinsi münasebet işte bu yatakta gerçekleşmişti. Bilmiyoruz Spinoza’nın tüm mirası reddedip sadece söz konusu yatağı sahiplenmek istemesinin ne derece düşündürücü olduğunu söylemeye gerek var mı. İnsan ruhunun karanlık yönünü merak eden okuyucularımız isterlerse bu ilginç arzunun kökenine inip psikanalitik boyutlarını incelemek üzere araştırmaya koyulabilirler. Bizim için önemli olansa, Spinoza’nın, “beden ruhun hapishanesidir,” sözünü tersine çevirip, “ruh bedenin hapishanesidir,” şeklinde yeniden yazan Foucault’yu, “beden bilinçle kısıtlanmamalıdır” diyerek öncelemiş olmasıdır.

#fmhs > INVISIBLE SPHERE Untitled Document

#fmhs > Invisible Sphere

Hatırlanacağı üzere Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu: Gözetim ve Ceza adlı başyapıtında mimar ve düşünür Jeremy Bentham’ın yeni bir hapishane modeli olarak tasarladığı ve Panopticon adını verdiği, zamanına göre (on dokuzuncu yüzyıl) devrimci sayılabilecek gözetim ve denetim mekanizmasını modern zamanlardaki iktidarın işleyiş biçimini gözler önüne seren bir metafor olarak lanse eder. Foucault’ya göre Panopticon mahkûmların hareketlerini, davranış biçimlerini ve hatta düşüncelerini kontrol altında tutan bir aygıt, bir makinedir adeta. Panopticon iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir binadır ve tam ortasında bir gözetleme kulesi bulunur. Mahkûmların hücreleri bu gözetleme kulesinden rahatlıkla görülebilecek şekilde dizilmiştir. O kadar ki mahkûmun kendisi ne kadar saklanmaya çalışırsa çalışsın hapishanenin mimari yapısı vasıtasıyla oluşturulmuş ışıklandırma düzeneği öyle bir tasarlanmıştır ki mahkûmun gölgesi rahatlıkla görülebilir kuleden. Sürekli gözetim ve denetim altında tutulmakta olduğunu bilen mahkûm şahsiyet zaman içerisinde kendisini kuledeki gardiyanın gözüyle görmeye ve o gözün beklentileri doğrultusunda hareket etmeye başlar. O kadar ki artık kulede bir gardiyan olup olmadığı bile önemsizleşir, zira zaten artık mahkûm hapishanenin gözünü, otoritenin bakış açısını içselleştirmiş ve otomatikman mahkûmluk rolünü benimsemiştir. Dolayısıyla çoğu zaman kulede bir gardiyan tutmaya bile gerek yoktur artık, ne de olsa zaten mahkûmlar sürekli kulede bir gardiyan varmış gibi hareket etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir.

Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelerle bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir; bunların, biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir. Geriden gelen ışık sayesinde, çevre binadaki hücrelerin içine kapatılmış küçük siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleşmiştir ve sürekli olarak görülebilir durumdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır. Sonuç olarak, hücre ilkesi tersine döndürülmekte veya daha doğrusu onun üç işlevi –kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak tersyüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta, diğer ikisi kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır.[1]

Panopticon denilen bu hapishane modelinin önemi, modern toplumlardaki iktidarın işleyiş biçimini temsil eden bir yapıya sahip olmasıdır. Biliyoruz ki modern toplumla birlikte merkezi iktidar çözülerek bireylerin içine işlemiştir. Ölüm ilanı vermeye hevesli pek çok kişi merkezi otoritenin bu çözülüşünü iktidarın ölümü olarak telakki etmiştir, ama bu son derece yanlış bir yorumdur, zira iktidar ölmemiş, sadece şekil değiştirmek ve kendisini görünmez kılmak suretiyle gücüne güç katmıştır sevgili okur. Artık iktidar, toplumu oluşturan bireylerin dışında değil, içindedir. Yani toplumu oluşturan bireyler kendilerini içinde buldukları sistem tarafından öyle bir kurulmuştur ki artık onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini söylemek bile gereksizleşmiştir, zira onlar zaten sistemin aksamadan çalışması için oynamaları gereken rolü oynamaya dünden razı bir hale getirilmişlerdir.

banksystreetart:  New Banksy: Boxhead İçinde yaşadığımız sosyal-siyasi-ekonomik-kültürel çevre dış dünyada gördüklerimizi nasıl göreceğimizi önceden şekillendirmekte ve bizi yazılı olmayan kurallara tabi birer özne haline getirmektedir, ki ünlü Fransız psikanalist Jacques Lacan bu bilinmez kuvvete Büyük Öteki adını vermeyi uygun bulmuştur. Dünyanın, insanların televizyonda gördüklerinden farklı olduğunu, onların dünyayı gördükleri biçimin kendilerinin görülmek istediği biçim olduğunu açık ve net bir dille kaleme almalı, edebiyat ve felsefe gibi alanlarda bu tür öngörülere sıklıkla rastlandığının, George Orwell’in 1984 ve Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya adlı romanlarının bu duruma harika birer emsal teşkil ettiğinin altını çizmeliyiz. Ölüm mevzusuna bu bağlamda temas edecek olursak diyebiliriz ki bizim esas maksadımız teknolojinin ölümü algılama biçimimizle ne denli derin ve karmaşık bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektir. Belli ki biz aslında insan doğasının görsel imge sağlayıcılarının icadından sonra muazzam bir değişime uğradığını, teknolojinin insan için neredeyse bir protez halini aldığını ve teknolojiye eklenti biçiminde sürdürülen yaşamların insanı hareket etmekten men etmek suretiyle bir sonraki aşamada eylem kabiliyetinden tamamıyla mahrum bırakarak bir ölüden farksız kıldığını, kılmakta olduğunu ve kuvvetle muhtemel gelecekte de kılmaya devam edeceğini anlatmaktı, anlatmaktır. Yani kısacası ruh ve beden arasındaki ilişkiyi yeni bir bağlamda ve yeni bir teknikle ele ve alaya alan bir düşüncenin biçimi ile içeriği arasındaki ilişkinin ironik bir şekilde mercek altına alınmasıdır burada söz konusu olan.        

#fmhs ratak-monodosico:  Blade Runner -Ridley Scott

#fmhs

İnsanlığın ezelden beri olmasa da uzun bir süreden beridir göze ve görme duyusuna, işitme, dokunma, koku alma, tat alma adlarıyla anılan diğer dört duyusundan daha çok önem atfettiği yadsınamaz bir gerçektir elbette ki. Zaten biz de bu gerçekten hareketle kurgulamaya ve kaleme almaya başladık bu yazıyı. Gelmek istediğimiz noktanın belki de aslında çoktan geride bırakılmış bir nokta olduğunu idrak etmekte ise gecikmeyecektik bu kaleme alış sürecinde. Maksadımızın görme duyusunun ve gözün düşünce üzerindeki hâkimiyetini mercek altına almak suretiyle bu hâkimiyetin aslında teknolojik gelişmelere paralel olarak gittikçe artan bir seyir izlemekte olduğunu gözler önüne sermek ve bu vesileyle de görsel imge yokluğunun insan doğası üzerinde yaratması kuvvetle muhtemel tahribata ışık tutmak olduğunu ise bilmiyoruz sözlerimize eklemeye gerek var mı. Bu arada yeri gelmişken hemen belirtelim, az önce zikrettiğimiz cümledeki mercek altına almak, gözler önüne sermek ve ışık tutmak deyimleri, göz merkezli dünyamızın ne denli içimize işleyip dilimize sızmak suretiyle gücüne güç katmayı nasıl başardığını âlemin nezdinde aleni kılmak için kasıtlı olarak kullanılmıştır cümle içerisinde.

Her neyse, hatırlanacağı üzere Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı adlı kitabımızda dünyadaki tüm televizyon ekranlarının ve daha başka ekran mekanizmalarının bir gece durup dururken hep birlikte sonsuz bir beyazlık göstermeye başladığı garip bir dünya kurgulamıştık. Yeri gelmişken belirtelim, bunu yaparkenki amacımız televizyon, video, DVD gibi, ekran mekanizmasına muhtaç görsel imge sağlayıcılarının bir anda ortadan kalkmasının yaratacağı yeni dünyanın nasıl bir yer olabileceğini hayal etmekti. Yani göstermek istiyorduk ki halihazırda var olan bir şeyin ani ve seri bir biçimde var olmayan bir şey haline getirilmesi dünyada bir boşluk yaratacak ve bu boşluk tıpkı bir beyaz-delik misali bilinmezliğe açılan bir kapı haline gelecekti. Zaman içerisinde o kara-delikten içeriye gözle görülemeyen fakat düşünülüp hissedilebilen yeni algılama biçimleri girecek, bu arada eski algılama biçimleri de gene aynı beyaz-delikten dışarıya çıkacaktı. Lakin tüm olanları bütün detaylarıyla nakletmek altından kalkılması neredeyse imkânsız ve üstelik de son derece gereksiz olacağından, bizler insanlığın algılama biçimindeki değişimi mercek altına almak yolunda, ekran mekanizmasının muhtemel yok oluşunun sadece süpermarkete giden insanların hayatında ve algılama biçiminde yarattığı değişime yönelteceğiz dikkatimizi.

#fmhs 2headedsnake:  florizel.canalblog.com.webloc

Pek çok insan bir süpermarkete gittiğinde ne alacağını bilemiyor olsun mesela. Hatta bazıları hangi süpermarkete gitmesi gerektiğini bile bilmiyor, bilemiyor olabilir. Diğer yandan ne hangi süpermarkete gideceği konusunda zorluk yaşayan, ne de gittiği süpermarketten ne alacağı konusunda en ufak bir kuşku duyan okuyucularımız da olabilir. İşte ne istediğini gayet iyi bilen bu tür okuyucularımız insanların kendisine gitmesini gerektirecek niteliklere sahip bir süpermarketin var olup olmadığını sorguluyor olabilir. Söz konusu okuyucularımıza gidilmeyi gerektiren o tür süpermarketlerin var olup olmadığının bir muamma olduğunu söylemek boynumuzun borcudur. Fakat bu sözlere hemen ilave edilmelidir ki çok geçmeden kimin nereden ne alması ve kimin kime ne satması gerektiğinin belirlenmesindeki rolü ekran mekanizmasının yokluğuyla bir kez daha tescil edilen televizyon, aslında sanıldığından da belirleyicidir kapitali Tanrı’nın yokluğuyla oluşan boşluğa yerleştiren kapitalist sistemin operasyonlarında. Çünkü televizyon, olmayanı varmış gibi göstermenin de ötesinde, olmayanın yerine kendini koyan ve olanın kendi gösterdiklerinden ibaret olduğunu, bundan başka hiçbir gerçekliğin var olmadığını gösteren bir aygıttır. Tabii televizyonun bu iddiaları gerçeğin gerçekten de televizyonun gösterdiklerinden ibaret olduğu anlamına gelmemeli, ki gelmiyor da zaten. Gösteren ve gösterilen arasındaki boşluğu kendisiyle doldurmaktan ve gösterenin de gösterilenin de kendisi olduğunu göstermekten başka bir şey yapmayan bir göstergedir televizyon. Gösterdiği şeyi yaratan kendisi olduğu içinse bilinmez bir kuvvettin müdahalesi sonucu işlevini yitiren televizyonun yokluğu az önce bahsi geçen ve Tanrı’nın ölümüyle oluştuğunu iddia ettiğimiz boşluğun tekrar zuhur etmesine sebep olmuştur. Tüm bunların kapitalizm üzerindeki korkunç etkilerini tahmin edebilirsiniz herhalde. Bu arada bir cümle önce sözünü ettiğimiz, tekrar ortaya çıkan bu boşluğun aynı zamanda insanın ruhu ve bedeni arasındaki o meşhur boşluk olduğunu söylemeye gerek olup olmadığını bilmediğimizi ise unutmadan hemen belirtmek istiyor ve bu isteğimizi hayata geçirmiş buluyoruz kendimizi, kendimiz tarafından isteğimizi hayata geçirmiş bulunuyoruz,  veya isteğimizin kendimiz tarafından halihazırda hayata geçirilmiş olduğunu buluyoruz da diyebilirdik, ki nitekim sanırız demiş kadar da olduk zaten işte…

panopticomania tinycinema:  2001: A Space Odyssey

panopticomania

Anlatılanlara baktığımız zaman göremeyeceğimiz, lakin düşüncenin kudretini beynin karşı karşıya kaldığı kaotik bilinmezliğin kuvvetinden güç alan bir etken haline dönüştürdüğümüz takdirde tüm çıplaklığıyla bilincimizde boy göstermesi kaçınılmaz hakikat üzere, beyin aslında bilinçdışını bilincin algılayabileceği sembollere dönüştüren bir organdır, ki ünlü Fransız düşünür Gilles Deleuze bu hadiseyi hem Fark ve Tekrar (Difference and Repetition) adlı yapıtında, hem de sinema üzerine yazdığı iki kitapta “bir ekran olarak beyin” şeklinde özetlemiştir. Beynin bir ekrana dönüşme sürecinin iç dinamiklerini aydınlatmak üzere –sanki ortada somut, maddi, gözle görülür, elle tutulur ve üzerlerine ışık tutulduğu takdirde aydınlanacak iç dinamikler varmış gibi– beyaz perde devrinden ekran devrine geçiş sürecinin felsefi ve psikanalitik etkilerine bakıyoruz şimdi. Sinemanın çıkış noktasına geri dönüp orada projektör vasıtasıyla beyaz bir yüzeye görsel imgeler yansıtılınca zuhur eden hadisenin, görsel imge aktarıcıları alanındaki bir devrim niteliğindeki bu teknolojik gelişmenin yaratmış olduğu sanatsal açılım artık hepimizin bildiği gibi fotoğrafın rahimlik ettiği sinema adındaki yeni bir sanatın doğuşuna sebep olmuştur. Teknolojik gelişmelerle sanatsal gelişmelerin ne derece iç içe olduğunu bir kez daha yinelemek ve ayrıca bazı teknolojik gelişmelerin de sanatsal gerilemelere sebep olabileceğinin altını çizmek maksadıyla kaleme alındığı aşikâr bu bilgiyi de bilgiye aç okuyucularımızla paylaştığımıza göre, herhalde artık yazımızın varmak istediği noktanın da zaten önceden gelinmiş bir nokta olduğunu, bu yüzden de bahse konu noktanın ivedilikle geçilmesi gerektiğini dile getirebiliriz, ki nitekim galiba getirdik de zaten işte…

dilations


[1] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay  (İstanbul: İmge, 2006), 295-96.

 Artık hepimizin bildiği gibi anlam kavramının anlamı üzerine İsa ve Sokrat gibi tanınmış şahsiyetlerden önce de düşünülmekte ve hatta bununla da kalınmayıp bu düşünülenler kaleme alınmaktaydı. Lakin henüz anlamın ne anlama geldiğine dair kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır ne yazık ki. Zaten kesin bir bilgiye ulaşılsa anlam kavramı anlamını yitirecektir, o derece paradoksal bir kavramdır bu anlam kavramı, diye düşünmesi kuvvetle muhtemel bilinçlerin var olabilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak anlam konusunda şunları söylemeyi uygun bulduk: Anlam ve hakikat birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Şöyle: Her bilgi doğası gereği anlamlıdır, daha doğrusu bir şeyin bilgi olarak nitelendirilebilmesi için o şeyin anlamlı olması gerekir. Diğer yandan her bilgi kesinlikle hakikat değildir, zira hakikate sadece yaklaşabilen bir şey olarak bilgi anlamın varlığına dayanır. Oysa hakikatler bilginin anlamlandırmakta yetersiz kaldığı noktada zuhur edebilir ancak. Yani hakikat dediğimiz şey bilgilerdeki anlam boşluklarından sızan ve/fakat asla tam olarak anlamlandırılamayan düşünce ve hislere verilen addır. Anlamın anlamı ve hakikatle ilişkisi üzerinde daha fazla durmanın sakıncalarını da göz önünde bulundurarak görsel imgeler ve anlam arasındaki ilişkiyle sürdürüyoruz yazımızı.

Bilindiği gibi görsel imgeler, özellikle de bunların hareket halinde olanları, insanın algılama mekanizmasının nasıl çalışacağını belirlemede büyük rol oynar. Filmlerin gerçek hayatta yaşadığımız olayları anlamlandırmakta ve bu olaylar arasında bağlantılar kurmakta bizlere ne kadar yardımcı olduğunu hatırlayacak olursak, bu söylediklerimizin ne denli manidar olduğunu daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyoruz. Zira biliyoruz ki işte yazımız da tıpkı bilgi gibi anlam boşlukları, yani hakikatler barındırmaktadır bünyesinde. Lakin yazımız bilginin kendisini devasa bir anlam boşluğuna dönüştürüp bu boşluk çevresinde spiraller çize çize dönmektedir. Belli ki geometrik şekillerin tahakkümünden kurtulamamış bir yazıdır bu yazı. Söz konusu yazının yazarı veya yazarları kendilerine karşı ironik bir anlatı yazmak suretiyle kendi yaşam biçimlerinin temellerine birer dinamite dönüşen düşlerini döşemektedirler. Düşler egemen düşüncelerin temellerine dizilmektedir hatta belki de aslında. Hatta denebilir ki bu yazının yazarlarının yaptığı şey düşleri ve düşünceleri birbirlerinin içine yerleştirerek egemen bilgiden bağımsız bir hakikate, yani bilinmeze kapılar aralamaya kalkışmak, buna cüret ve teşebbüs etmektir. Bilinen şeylerin zuhur edişinin ancak birer sorun formunda gerçekleşebileceğini, hatta abartacak olursak korkunç birer canavar şeklinde ortaya çıktığını hatırlamak sanırız bu yazının yazarlarının neden bu yola başvurduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.

loveyourchaos:  (by nemo et nihil)

Olacaktır olmasına ama isterseniz biz şimdi hayatın, ölümün ve anlamın anlamlarına dair bu ağır konuları bir tarafa bırakıp biraz da havadan sudan ve bunların hayaletlerle ilişkisinden bahsedelim. Mesela şöyle diyelim: Amsterdam’da hava çok rüzgârlı olduğu için bulutlar çok hızlı hareket ederdi. Ama bulutların çok hızlı hareket etmesi hayaletlerin de çok hızlı hareket etmesini gerektirmeyeceği de su götürmez bir gerçekti. Çünkü hayaletlerin hareketleriyle havanın hareketlerinin en ufak bir ilgisi bile yoktu. Diğer yandan Amsterdam’ın dereleri ise hiç hızlı hareket etmez, öyle son derece ölgün birer akıntı şeklinde sürdürürdü varlığını. İnsanın ne kadar saçmalayabileceğini test etmek için okuyucularımızla paylaşmakta en ufak bir sakınca görmediğimiz bu bilgileri de verdiğimize göre herhalde yazımızı bitirebiliriz artık, ki nitekim bitirdik de zaten işte…

Düşüncenin otomatik olmaktan çıkıp düzensiz bir biçimde dıştan gelmeye başlaması, öznenin alışılagelmiş düşünce ve his kalıplarının ötesine geçmeye başladığının göstergesidir. Yazan özne böylelikle bilinmeyene yelken açan bir gemiye dönüşür. Yolculuk son derece tehlikelidir, zira bilinenin terk edilip bilinmeyenin girdaplarında boğulma tehlikesi arz eden bir durumla karşı karşıya kalmak gerekliliği söz konusudur yolculuk süresince. Geri dönüşü olmayan bir yolculuk olabilir bu. Ne var ki bu yolculuğun amacı zaten geriye dönüşü değil, bilakis henüz olmayan yeni bir durumun yaratılmasını amaçlar. Şimdiki zaman ve şimdiki mekân geride bırakılıp yeni bir zaman ve mekân yaratabilmek için, yani statükonun ötesine geçebilmek için kişinin hiçliğin girdaplarında kaybolma riskini göze alabilmesi gerekir. Kişi bilmelidir ki eğer yeni bir oluşuma gidilmesi başarısızlıkla sonuçlanırsa geriye dönecek bir yer olmayacak, zira yeni bir oluşuma gidilmesi kararının alınması demek dönülecek yerin, yani şu an içinde bulunulan zamanın artık şimdiki zaman değil, geçmiş zaman olmuş olması olacaktır. Ve işte böylelikle de geriye dönüşü imkânsız bir yer olarak tarihin sayfalarındaki yerini almış olacaktır geride bırakılan. Ancak bu yer geride bırakıldığı anda içinde bulunulabilecek yeni bir yer yoktur. İçinde bulunulabilecek yeni bir yer, yeni bir durum ancak yoktan var edilebilir. Tabii unutulmamalıdır ki burada yok derken geride bırakılan yerin ve zamanın şimdiki zamanda, yerde ve durumda yarattığı boşluktan söz ediyorum. Geride bırakılanın şimdiki zamanda yarattığı boşluk yokluğun varlığı anlamında kullanılmıştır burada. Yani geçmişin şimdideki yokluğu şimdide bir boşluk yaratmıştır ve yeni bir şey yaratmak için öznenin elinde olan tek şey öznenin kendi içinde bulduğu bu boşluktur.

Genellikle geleceğin şimdiden hareketle ve geçmiş kalıntıları üzerine inşa edildiği söylenir. Bu bir noktaya kadar doğru olsa bile genel olarak son derece yanlış bir yaklaşımdır konuya. Zira geçmişin kalıntısı değil, şimdideki halidir tarih denilen şey. Geçmişten bir şey kalmamıştır artık. Daha doğrusu sadece yokluk vardır insanı çevreleyen ve içindeki boşluğu geçmişle değil, gelecekle doldurmaktan başka yapacak bir şeyi kalmamıştır insanın.

Artık hepimizin bildiği gibi insan denen iki ayaklı, tüylü ve tüysüz olmak üzere ikiye ayrılan mahluk, kafasında yarattığı geometrik şekillerle gerçek hayat arasında bağlantılar kurmaya meyilli bir hayvandır.  Söz konusu mahlukun, hayvanın, ne derseniz deyin, bunu yapmasının sebebi ise madde ve ruh arasındaki uzlaşmazlığı çözüme kavuşturmak ve kendisini insan denen bir bütün olarak görmek arzusunu taşımasıdır. Tabii buna muvaffak olamaz genelde ve sorun da o noktada başlar zaten işte. Kendi içinde bölünmüş olduğunu kavrayan insan, kafasında yarattığı soyut sembolleri ve şekilleri maddi dış-dünyaya empoze edip hayata bir anlam yüklemeye çalışır durur. Oysa hayat son derece anlamsız ve bir o kadar da rastlantısaldır. Her yerde bir bütünlük görmek, yüzeydeki tüm kaosun altında gizlenen bir düzen bulmak adına didinmek boşunadır. Hayatın olumlanması ölümlülüğün ihtiva ettiği ölümsüzlüğün idrakiyle mümkün kılınabilir ancak. Çünkü hayat, bünyesinde doğası gereği çelişkiler barındıran, izleyeceği seyrin önceden belirlenmesi imkânsız bir rastlantılar sarmalıdır. Bilinenleri bilinmeyenlere yansıtarak hayatı kısır bir döngüye dönüştürmeye meyilli zihniyetlerin ortadan kalkması için yapılması gerekense bilinmeyenin sevgiyle kucaklanarak bilinenin dönüşümünü mümkün kılacak açılımların sağlanmasına katkıda bulunmaktır.  Örneğin bizim bu yazının bir spiral çizmekte olduğunu söylememiz ve bununla da yetinmeyip bu spiralin hareket halinde olduğunu belirtmeye cüret ve teşebbüs etmemiz bu duruma harika bir emsal teşkil eder. Hangi duruma? Hayatın çelişkilerden ibaret olması durumuna… Neden? Çünkü hem geometrik şekillerin hayatı anlatmakta yetersiz olduğunu söylüyoruz, hem de kelimelerle spiral çizmek suretiyle dünyadaki tüm ekranların beyaza bürünmesi halinde ortaya çıkacak yeni bir hayatı anlatmaya çalışıyoruz. Ama dikkat ediniz, ki etmişsinizdir, çember denilen şekille sembolize edilen kısırdöngüyü kırmak yolunda spiral denilen şekle geçiyor ve ayrıca çizdiğimiz spiralin hareket halinde olmasına da özen gösteriyoruz. Belli ki umudumuz, sonsuzluğun sembolü olan spiralin bizi soyut sembollerin de ötesindeki yeni düşünce alanlarına ve henüz var olmayan anlam dünyalarına taşımasıdır. Kelimelerle spiraller çizen bir spiral olarak bu yazı aynı anda hem edebiyattan, hem felsefeden, hem de matematikten az çok anlayan okuyucularımızın büyük bir kısmının takdir edeceği üzere sonsuzluğa açılan bir kapıyla sonlanan spiral bir merdiven olarak nitelendirilip, arzu edilirse o gözle de okunabilir. Bu metaforlar silsilesi içinde hakikatin durumu ne olacaktır peki? Yazıdaki her kelime kendi dışındaki bir evrene atıfta bulunuyor ve üstelik de atıfta bulunduğu söz konusu evrenin hakiki olduğu izlenimini vermeye çalışıyorsa, temsil edilen hadiseden bağımsız bir hakikat tezahürü nasıl gerçekleşecektir? Belki de yazıdaki anlam boşluklarının işlevi budur, kim bilir. Yani işte kim bilebilir ki hakikatlerin ileride anlam yokluğu olarak değil de anlam çokluğu olarak nitelendirilecek anlam boşluklarından, daha doğrusu anlamın operasyonlarına ara verdiği anlam aralıklarından dünyamıza sızan birer hayalet olup olmadığını? Hiç kimse… 

Brassier: Capital and the Incompressible Here is my exegesis of Ray Brassier‘s compelling conjectural reversal that moves from thinking Capital to the bold conclusion that Capital thinks. In his text ‘Nihil Unbound: Remarks on Subtractive Ontology and Thinking Capital’ he grapples with how it might be possible to think Capital by providing an objective determination-in-the-last-instance. Beyond the Marxist analysis of the dynamics of accumulation, Brassier draws on recent philosophical… Read More

via Total Assault On Culture

Contingency, Necessity and the Final Absolute: Expanding on my summary of Ray Brassier‘s  Remarks on Subtractive Ontology and Thinking Capital here are some further related observations on aleatory rationalism, drawing on Elie Ayache’s account of how the option ‘science’ of the derivatives trading comes to  hypostasize the market as an absolute relation that is not thought-independent: Brassier’s critique of aleatory rationality shares the epistemological concerns of Quinten Meillassoux… Read More

via Total Assault On Culture

      
 
Now, more than ever, one should insist on what Badiou calls the ‘eternal’ Idea of Communism.  – Slavoj Zizek
 
A new program for the Left after the death of neoliberalism. ‘We know that communism is the right hypothesis. All those who abandon this hypothesis immediately resign themselves to the market economy, to parliamentary democracy—the form of state suited to capitalism—and to the inevitable and “natural” character of the most monstrous inequalities.’—Alain Badiou
 

Badiou’s Communist Hypothesis and The Idea of Communism Conference > Resources


 

Download and Read

“Absence: Stubborn heaven of the neutral”

Image by DerrickT via Flickr

Zamanın Sonu ve Sonsuzluğun Başlangıcı [1] 

Güneşin 4.5 yıl içerisinde sönmesi neticesinde dünyamızdaki yaşamın son bulacağı yönündeki spekülasyonların son dakika haberi olarak manşetlere taşındığı o mübarek gecede Dr. Lawgiverz bir yıl önce dünyadaki tüm televizyon ekranlarının bilinmeyen bir sebepten ötürü beyazlara bürünmesinin olası sebepleri üzerine derin düşüncelere dalmıştı. Hatırlanacağı üzere bir kitap önce televizyonları takiben bir hafta gibi kısa bir zaman zarfında daha başka ekran mekanizmaları da beyazlara bürünmüş ve haberi gazetelerden okuyan bedbaht insanları tedirginliğe maruz bırakmıştı. Söylemeye bile gerek yok belki ama güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceğine dair haberler de tıpkı televizyon ekranlarının beyazlaşması gibi, sadece düşünce treni şeffaf bir duvara çarparak raydan çıkan Dr. Lawgiverz’de değil, haberi radyolarından duyan ve o sırada hiçbir şey düşünmekte olmayan, hatta belki de bir yıldır görsel imgelerden mahrum kaldıkları için psikozun eşiğinde olan sıradan insanlarda da muazzam bir şok etkisi yaratmıştı. Dr. Lawgiverz’in kendisi görsel imgelerden yoksun yaşamayı umursamıyordu, zira ne de olsa onun için, ünlü Fransız filozof Gilles Deleuze’ün sözleriyle ifade edecek olursak, beynin kendisi bir ekrandı.

fmhs

                                                                               fmhs

Dr. Lawgiverz “söz uçar, yazı kalır,” sözünü hatırladı. Bu sözün 4.5 yıl içerisinde anlamını yiterecek olması, onu sarfedilmiş diğer tüm sözlerin de anlamını yitireceği düşüncesine sevketti. Ne de olsa güneşin sönmesi neticesinde dünya ve hatta evren dev bir buz kütlesine dönecek ve dünyadaki her şeyle birlikte kitaplar da yok olacaktı. Yazarların ve sanatçıların eserleriyle ölümsüzlüğe kavuştuğu düşüncesinin ne derece saçma olduğu bir kez daha kanıtlanmış olacaktı böylece. Ölümle yazı arasındaki ilişki elbette ki eski çağlardan beri yazarların ve düşünürlerin kafasını kurcalamış bir ilişkiydi. Maurice Blanchot “ölmemek için yazıyorum,” dediğinde büyük ihtimalle kendisini bir Şehrazat olarak duyumsamıştı. Yazılarımız boşluktan gelir ve boşluğa giderdi. İnsanın ölüm karşısındaki aczi teknoloji vasıtasıyla aşılmaya çalışılmış ve bazı bilim adamları teknoloji sayesinde insanın ölümsüz bir varlığa dönüşebileceğini iddia etmekle kalmamış, bunu kanıtlamıştı da. İnsan ezelden beridir yaşamı ölüme karşı bir direniş olarak görmüş, ölümü altetmek için çeşitli icatlar yapmıştı. Örneğin Dr. Lawgiverz’in yakın bir dostu olan ve Recep Sezgili adını taşıyan bir yazar-bilimadamı, insan beyinlerinin küvezlere yerleştirilerek, bedenin geri kalan tüm kısımları yaşamsal fomksiyonlarını yitirse bile beynin kendisinin hayatta tutulabileceğine ve daha sonra yapay bir bedene (avatar-robot?) yerleştirilerek sosyal yaşama dahil edilmek suretiyle yaşamın deneyimsel yönüne kavuşturulması neticesinde ölümsüzlüğün hayata geçirilebileceğine gönülden inanmış ve yııllardır bu yöndeki çalışmalarını hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerle neredeyse kanıtlamıştı. Güneşin söneceğine dair spekülasyonlar şimdi işte onun da tüm bu çabalarını anlamsız kılmış, ölümsüzlük hayalini imkânsızlıklar arenasına dahil etmişti. Dr. Lawgiverz işte bu arkadışını telefonla arayıp güneşin söneceği yönündeki iddiaların gerçekliğini sorgulamaya karar verir. Dr. Lawgiverz’in pek fazla arkadaşı yoktu, o yüzden de kadim dostunun telefon numarasını ezbere biliyordu. Antika kategorisine gireli yıllar olmuş eski model siyah telefonun ahizesini kaldırıp numarayı çevirdi ve karşıdan gelecek, Alo, sesini beklemeye koyuldu. Söz konusu ses çok geçmeden gelecekti.

Telefonun sesini duyduğunda Recep Sezgili endişe içerisinde sigara içiyor ve bir yandan da kahvesini yudumluyordu.

Alo?

Kadim dostum selamlar.

Law?, (belli ki dostları Dr. Lawgiverz’e kısaca Law derdi).

Evet, benim. Haberleri duydun mu?

Duymaz olur muyum hiç; sağır sultan bile duydu haberleri.

Ne diyorsun peki, aslı astarı var mıdır bu iddiaların?

Bilmiyorum, bekleyip göreceğiz.

Ne demek bekleyip göreceğiz, güneş gerçekten sönerse ne bunu görecek insan kalacak, ne de görülecek bir şey. Tüm özneler ve tüm nesneler ebediyete intikâl edecek zira.

Ebediyete mi? Ölümden sonra yaşama inandığını bilmiyordum.

İnanmıyorum zaten. Ebediyetin tecrübe edilebilecek bir şey olduğuna inanmıyorum, biliyorsun ben Kantçı’yım.

Yaptığım çalışmalarla ölümsüzlüğün mümkün olduğunu kanıtladığımı göz ardı ediyorsun.

Sanırım henüz acı gerçeği kabullenemedin. Güneş sönerse çalışmalarının anlamını yitireceğinin farkında değil misin?

Üstüme gelme lütfen. Sen de takdir edersin ki insanın tüm yaşamını bir anda sıfırla çarpması pek kolay değil. Şimdi kapatmalıyım, benim de birkaç yeri arayıp bu sönme mevzuunda bazı teferruatlar hakkında bilgi almam gerek. Umarım sadece asılsız bir iddiadan ibarettir bu spekülasyonlar.

Beni de bilgilendir lütfen.

Tamam.

Bay bay.

Bay bay.

Görüldüğü kadarıyla güneşin sönecek olmasından henüz duygusal olarak pek etkilenmemiştir kurbanlarımız. Belki de bunun sebebi henüz olayın ciddiyetini ve gerçekleğini idrak edememiş olmalarındandır. Olaya gayet soğuk bir biçimde bu denli bilimsel yaklaşmaları ancak bunun göstergesi olabilir.

Her neyse, Dr. Lawgiverz’in mahremine geri dönecek olursak görürüz ki her zaman oturduğu o eski model koltukta oturmuş boş gözlerle karşısındaki beyaz duvara bakmaktadır. O duvar Dr. Lawgiverz’in hayallerini yansıttığı bir ekrandır. Ama bu ekranın ebediyete intikâl etmiş ekranlardan farkı sinema dilinde beyaz perde tabir edilen ve/yani dışa görüntü yansıtmaktan ziyade görüntünün üzerine yansıtıldığı, insanın ekran demeye dilinin varmadığı ama işte kelime kıtlığından dolayı kendisini demek durumunda bulduğu ekranlardan olmasıdır. Dr. Lawgiverz şu anda bir şey hayal etmemekte olduğu için söz konusu duvarda hiçbir şey görmemektedir. Ama tabii bu Dr. Lawgiverz’in beyninin içinde bulunulan zaman diliminde tamamen boş olduğu manasını taşımamalıdır, ki nitekim taşımamaktadır da zaten. Zira Dr. Lawgiverz’in beyninde şu anda düşünce tabir edilen olgular dolanmaktadır. Kendimizi bu olguların akışına bırakmadan önce düşünce kavramının doğasına ilişkin birtakım spekülasyonlar yapmayı uygun bulduğumuzu ve müsaadenizle şimdi bu meşakkatli işe girişeceğimizi bilgilerinize sunmak istiyoruz.

Ünlü Portekizli yazar José Saramago, Lizbon Kuşatmasının Tarihi adlı kitabında, Raimundo Silva’nın çalıştığı yayınevindeki düzeltmenlerden sorumlu editörü Dr. Maria Sara’yı görmeye giderken asansörde aklından geçenleri okuyucularına aktardıktan hemen sonra düşünce üzerine şunları söyler:

“Düşünen kişi yalnızca ne düşündüğünü bilir, niye bunu düşündüğünü bilmez, sanırım, doğduğumuz andan başlayarak düşünürüz, ama ilk düşüncemizin, bütün daha sonrakileri doğuran düşüncenin ne olabileceğini bilmeyiz, düşünceler ırmağından yukarıya, ilk kaynağa doğru gittiğimizde, her birimizin en kesin yaşamöyküsü ortaya çıkar ve bunların akışını izleyebilsek, birden yeni bir düşünceye kapılıp bunun peşine takılarak içinde bulunduğumuz güne varabilsek, başka bir yaşamı seçerek bunu kısaltmadığımız ve söz konusu yaşam bir düzeltmeninki olmadığı sürece, herhalde yaşamımızı değiştirebilirdik, o zaman başka bir asansörde, belki de Dr. Maria Sara’dan başka birisiyle görüşmeye gidiyor olurduk.”[2]

Olurdunuz tabii, neden olmayasınız ki? Lâkin ne yazık ki hayat bir roman olmaktan ziyade rastlantıların gerekliliğinden başka mutlak tanımayan paradoksal bir olaylar serisidir. Elbette ki romanlar da görünüşte rastlantıların gerekliliğini yansıtmaya çalışan bir dizi paradoksal hadisenin zuhruyla vücut bulan oluşumlardır. Fakat akılda tutulmalıdır ki romanlardaki rastlantısallıklar sarmalı bir yazar tarafından kaleme alınmış sanal gerçeklikler olduğu için söz konusu rastlantısallıklar yapay banalliklerden başka bir şey değildir. Yazı doğası gereği yalan söylemek durumundadır; hakikatler ancak yazılanlardaki anlam boşluklarından sızan sonsuzluklar olabilir. Her ne kadar Saramago’nun “düşünen kişi yalnızca ne düşündüğünü bilir, niye bunu düşündüğünü bilmez,” sözüne katılsak da düşüncemizde geriye doğru gidebilmemizin gerçek hayatta da geriye gitmemizi mümkün kılmayacağı söylemeye gerek bile bırakmayacak derecede aşikârdır. Roman yazmanın en iyi yanı da işte gerçek hayatta gerçekleşmesi namümkün hadiselerin dil vasıtasıyla mümkün kılınabilmesine zemin hazırlamasıdır. İşte bu gerçekten hareketle biz de şimdi kurbanımız Dr. Lawgiverz’i zamanda yolculuk yapmış ve olmayan bir gelecekten, romanımızın geçtiği zamana gelmiş bir ölümsüz olarak yeniden kurgulamaya karar verdik. Bu senaryoya göre Dr. Lawgiverz romanımızın geçtiği zamandan, yani güneşin 4.5 yıl içerisinde patlayacağını duyuran ve kimilerinin radyodan duyduğu, kimlerinin ertesi gün gazetelerde okuduğu, kimilerininse halk arasında dolanan söylentiler dolayımıyla bilgi sahibi olduğu o mübarek iddianın ortaya çıktığı günden 5 yıl sonrasından gelmiş bir kişidir. Kendisinin bu durumu O’nu bir ölümsüz kılmaktadır, çünkü güneş hakikaten de sönmüş ve hiçliği tüm evrene olmasa bile güneş sistemine hâkim kılmıştır. Dr. Lawgiverz de tüm canlılar gibi bedenen yok olmuş, fakat her ne hikmetse, bizim de bilmediğimiz ve dolayısıyla da açıklayamayacağımız bir sebepten ötürü salt bilinçten ibaret bir varlık olarak (ruh?) şimdiki zamana gelerek bedenini aramaya koyulmuştur. Dr. Lawgiverz henüz bir ölümsüz olduğunu bilmemekle birlikte, yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden ötürü kendisi bilse de bilmese de hâlihazırda bir ölümsüz olması hasebiyle bir ölümlü gibi davranmaya devam etmektedir. Zavallı Dr. Lawgiverz…

Life After Apocalypse - Vladimir Manyuhin

Hatırlanacağı üzere düşünce üzerine spekülasyonlarımıza başlamadan önce Deleuze’ün beyni bir ekran olarak nitlendirdiğini söylemiş ve anlatıda bir sapma gerçekleştirmek suretiyle bir ekran olarak beynimizde zuhur eden hadiseleri, Dr. Lawgiverz’in bilimadamı dostunu araması gibi, siz okuyucularımızın beğenisine sunmuştuk. Takdir edersiniz ki araya giren inanılmaz gerçekler anlatımızın artık asla eskisi gibi olamayacağının göstergesidir. İnsan olan her fâninin aklına durgunluk vermesi kuvvetle muhtemel söz konusu gerçekler biz istesek de istemesek de gerçektirler. Biz ölümlülerin bilincinden bağımsız bir hakikat olduğunu hiç kuşku duymaksızın dile getirebilmemize zemin hazırlayan bu gerçekler, hâliyle anlatımızı oluşturan olayların seyrini değiştirerek, bizimle beraber sizi de yeni mecralara ve maceralara doğru sürükleyecektir. Ne mutlu bizlere ve tabii ki sizlere, ki bu akıl almaz hadiselere tanıklık etmek ayrıcalığına sahibiz. Ne güzeldir hayat, ne anlamlıdır tüm bu kelimeler… 

Ölüm düşüncesiyle yatıp ölümsüzlük düşüncesiyle kalkan, yani bir sabah uyandığında kendini bir ölümsüz olarak bulan Dr. Lawgiverz, az önce de belirttiğimiz gibi, gelecekten geldiğinin farkında değildi önceleri. Lâkin sonraları, bilinmeyen bir sebepten ötürü idrak kabiliyetinde yaşanan muazzam bir patlama neticesinde farkına varacaktı bu hakikatin. Gelecekten gelmiş olduğunun idrakiyle önce paniğe, sonra ise sırasıyla telâş, endişe ve son olarak da sevince, neşeye kapılan Dr. Lawgiverz, kendini içinde bulduğu durumdan, yani şimdiki zamanda var olan bir geleceklilik durumundan bir an evvel çıkması gerekeceğinden habersizdi anlatımızın bu aşamasında. Aslında hem önemli ve saygın bir bilimadamı, hem de bilim-kurgu-gerilim romanlarının ölmeden ölümsüzleşen meşhur yazarı Recep Sezgili’in yazdığı bir bilim-kurgu-gerilim romanının başkahramanı olan Dr. Lawgiverz, şimdiki zamanda var olduğu süre içerisinde bitmek bilmez bir deja-vu’nun aynı anda hem öznesi, hem de nesnesi olarak duyumsayacaktı kendini.

Hepimizin takdir edeceği üzere, roman kahramanlarının ete kemiğe bürünüp şimdiki veya gelecek zamanda var olması ne görülmüş bir şeydi, ne de duyulmuş. Lâkin akılda tutulmalıdır ki şu anda bizler de bir romanın içerisindeyiz ve söylemeye gerek bile yoktur ki romanların zamanı gerçek zamandan farklıdır. Romanlar sanal zamanlarda vuku bulan sanal hadiselerden meydana gelen oluşumlar olduğu için elbette ki gerçek zamanlarda gerçekleşen hadiselerden farklı hadiseler ihtiva edecek ve netice itibarı ile de gerçek hayattakinden farklı mantık kurallarının işlerlik kazandığı oluşumlar olacaklardır. Edebiyat ve hayat arasındaki fark konusunda kestiğimiz bu ahkâmlara anlatımızın ilerleyen bölümlerinde yeniden yer vermek üzere şimdilik ara verip Dr. Lawgiverz ile Recep Sezgili arasındaki ilişkinin ayrıntılarına geçecek olursak diyebiliriz ki bu ikisi birbirlerinin ruh ikizi olmaktan ziyade, aynı madeni paranın iki farklı yüzüdürler. Zira Recep Sezgili, Dr. Lawgiverz’i olmak istediği ve/fakat asla olamayacağını bildiği bir karakter olarak kurgulamıştır. Denebilir ki bu ikisi arasındaki ilişki Fight Club(Dövüş Kulübü) filmindeki Tyler Durden ve Anlatıcı(Jack) arasındaki ilişki gibidir. Hatırlayacaksınız orada kendine Jack diye hitap eden Anlatıcı hayatından hiç memnun olmayan, bunalımlı, bastırılmış ve ezik bir tip olarak sürdürdüğü yaşamdan bıkıp usanmış ve olmak istediği fakat olamadığı agresif, kendine güvenen, özgürlükçü, maskülin bir tip olan Tyler Durden’ı yaratmıştı. Tyler Durden, Jack’in alter-ego’su olarak Jack’in ego’sunu yerden yere vuran kapitalist sisteme karşı baş kaldıran ve hatta bununla da kalmayıp adeta savaş açan anarşist kuvvet formunda zuhur ediyordu. Her neyse, işte Dr. Lawgiverz de tıpkı Tyler Durden gibi, Recep Sezgili’nin bastırılmış ve/fakat bendini sığmayıp taşan bir dere gibi şimdiki zamanla gelecek zaman arasındaki duvarı yıkarak Recep Sezgili’nin hayatına nüfuz eden kural tanımaz, yıkıcı kuvetti. İflah olmaz bir nihilist olan Dr. Lawgiverz bir dizi spekülasyonla Recep Sezgili’nin gerçeklik algısını alt-üst edecek ve yıllardır kendisini tüketen kapitalizme karşı savaş açmasını mümkün kılacaktı.

O Ölümsüz Özne

Dikkatli okuyucularımızın gözünden kaçmamış olduğuna yürekten inandığımız üzere Dr. Lawgiverz sık sık derin düşüncelere dalan bir düşün adamıydı. Adı kurgu açısından gereksiz bir üniversitenin felsefe bölümünde ontoloji (varlıkbilim) dersleri veren ve/fakat son zamanlarda “şiddetli ruhsal çalkantılar” geçirmekte olduğu gerekçesiyle askıya alınan bir felsefe doktoruydu. Sonsuzlukla karşı karşıya kalan beynin derin bir sarsıntı geçirmesinin kaçınılmaz olduğunu Kant’tan beri hepimiz biliyoruz. Hatırlanacağı üzere Kant sonsuzluğun sınırına vardığında geri adım atmış ve yazmaya on yıl ara vermişti. Dr. Lawgiverz de tıpkı işte Kant gibi yaşamdan ölüme, kendinde-şey’den sonsuzluğa, ve hatta düşünecek bir özne olmadığı takdirde düşüncenin var olup olamayacağına kadar her şeyi düşünürdü. O’nun hakkında söylenebilecek daha pek çok şey var aslında, ama biz şimdilik tüm bunları bir tarafa bırakıp Dr. Lawgiverz’in kendini hangi felsefi akıma ait hissettiği konusuna yönelteceğiz dikkatimizi.

Dr. Lawgiverz kendini gerçekçi bir spekülatör olarak görüyor ve Spekülatif Gerçekçilik (Speculative Realism) adlı yeni bir felsefi akıma öncülük eden spekülatif gerçekçilerin grubuna ait hissediyordu sevgili okur. Her ne kadar bahse konu spekülatif gerçekçilerin bazıları özellikle adlandırmanın gerçekçilik kısmından pek hoşnut olmasalar da tıpkı bizim gibi onlar da gerçekçilik kelimesini ikâme edecek bir başka sözcüğün yokluğu sebebiyle bu sorunlu adlandırmaya boyun eğmek zorundaydılar. Meselâ Ray Brassier, terimi icat eden kendisi olmasına rağmen son zamanlarda kendisiyle yapılan bir röportajda gerçekçilik (Realism) kelimesinden duyduğu hoşnutsuzluğu açıkça dile getirmiştir.

Anlatımızın bu noktasında etnik kökeni, dini, dili ne olursa olsun bazı okuyucularımızın şu tür sorular sorması kuvvetle muhtemeldir: “Peki ama bir ölümsüz sabah uyanınca ne yapar? Ölümlüler gibi dişlerini fırçalayıp yüzünü mü yıkar? İşeme ve dışkılama işlemlerini gerçekleştirir mi? Yoksa ölümsüzlerin bu tür ihtiyaçları olmaz mı?” Sanırız bu tür sorular sormakta hiçbir sakınca görmeyen meraklı ruhlar bizim ölümsüz diye nitelendirdiğimiz varlığın ne mene bir şey olduğunu idrak etmekte sorun yaşayan okuyucularımıza ait ruhlardır. Sayfalardır anlatmaya çalıştığımız üzere bizim ölümsüzlerimiz fiziksel olarak değil, zihinsel olarak ölümsüz şahsiyetlerdir. Denebilir ki biz bahse konu şahsiyetleri birer ölümsüz olarak nitelendirirken Kant’ın ortaya attığı  kurucu bir yanılsamaya başvurmaktayızdır. Belli ki ölümsüz derken bizim kastettiğimiz varlıkların ortak özelliği, var oluşlarını kurucu bir yanılsama üzerine inşa etmiş olmalarıdır. Ölümlülerin dünyasına birer ölümsüzün gözleriyle bakabilmek için aşkıncı düşünümü bir yaşam biçimi haline getirmiş olan ölümsüzlerin yemek yemeden, su içmeden, uyumadan, işemeden, sıçmadan var olabilmeleri mümkün değildir. Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki ölümsüzler fiziksel olarak ölümlülerden farksız olsalar da, bilinç düzeyinde ölümlülerle en ufak bir benzerlikleri yoktur. Tıpkı ölümlüler gibi ölümsüzler de fiziksel olarak yorulurlar, lâkin ölümlülerden farklı olarak ölümsüzlerde zihinsel yorgunluk asla mümkün değildir.

Benim için de muamma olan bir sebepten ötürü bu noktada birinci tekil şahısa geri dönmenin yerinde olacağına kanaat getirdim. Bununla beraber şunu da itiraf etmeliyim ki az önce yanıtlamaya çalıştığım bu basit soruların varlığı ve onları yanıtlamanın zorluğu beni böyle bir roman yazmaya girişmekle son derece çılgınca, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız bir işe kalkıştığım düşüncesine sevk ediyor sevgili lânetlenmiş okur. Ama yazmalıyım, yapmalıyım bunu, zira ben Spinoza, Nietzsche, Bergson, Deleuze, Badiou gibi düşünürlerin insanötesi varlık koşulları yaratmak yolunda çıktıkları o meşakkatli ve/fakat bir o kadar da zevkli yolculuğu her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye vakfetmiş bir insanım kendimi. Kant’ı aşma çabalarının bir ürünü olan ölümsüzlük teorilerini mercek altına almak suretiyle ölümlülüğün ötesindeki bir varoluş biçiminin hayata geçirilmesi sürecinde son dönemlerde öne çıkan Spekülatif Gerçekçilik adlı felsefi akımın baş aktörleriyle el ele, hatta kol kola yürümeliyim nereye varacağı bilinmeyen, engellerle dolu bu engebeli yolda. Tehlikelerle dolu bu garip yolculuğun bir dizi gerçekçi spekülasyon vasıtasıyla gerçekleşeceğini ise bilmiyorum söylemeye gerek var mı, ama gene de söylüyorum işte, belki vardır diye.   

Bu arada Dr. Lawgiverz ise son derece gerilmiştir. Elbette ki bu gerginliğin sebebi sadece acıkmış olması değildi. Tüm insanların 4.5 yıl içerisinde aynı anda ölecek olmasıydı bahse konu gerginliğin sebebi. Bu noktada belirtmemiz gereken bir başka önemli husus da sadece Dr. Lawgiverz’in değil, dünyadaki tüm insanların son derece gerilmiş olduğu gerçeğidir. İnsanlık o kadar gerilmiştir ki adeta işte evrenin âhengi bozulmuş, kâinata sonsuz bir gerginlik hâkim olmuştur. Astronomlar Samanyolu’nun hareketlerinde bir gariplik sezinlemekte, dünyanın çevresinde yıllardır dönmekte olan ve işlevlerini bir süreden beridir yitirmiş bulunan uydular anlamsız rota değişimleri sergilemektedir. Ünlü filozof Platon’un âleme ibret olsun diye hakikati gökteki yıldızlar arasında ararken önündeki çukuru görmeyip içine düşen düşünürden söz ettiği o anlamlı ankedotu hatırlayarak bakış ve düşüncelerimizi uzaydan dünyaya yöneltecek olursak görürüz ki bir anda gelen bu güneş patlaması haberi insanların büyük bir kısmında tarifi imkânsız bir akıl yitimine, yani çıldırışa, bir başka deyişle delirme tabir edilen ruhsal duruma sebep olmuştur. Nasıl olsa 4.5 yıl içerisinde öleceklerinin idrakiyle insanlar, “ha bugün öldüm, ha yarın,” düşüncesiyle tüm tabuları yıkma ve ahlâki kuralları hiçe sayma, ve tüm normlardan sapma eğilimi içerisine girmiştir. 4.5 yıl içerisinde ölecek olmaları gerçeğine tamamen tezat oluşturacak bir biçimde adeta birer ölümsüz gibi yaşamaya başlayan insanlar aralarındaki tüm ideolojik ve siyasi ayrımları bir çırpıda silip atmış, nihilizmi bir yaşam biçimi olarak benimsemiş ve anarşizmin bayrağını yaşamlarının gönderine çekmiştir. Kaos, karmaşa, anlamsızlık ve sebepsiz şiddet her yerdedir. Bunlara ilâveten, birbirini daha önce hiç görmemiş onlarca insanın bir araya gelerek düzenlediği çılgınca seks partileri günün normu hâline gelmiştir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi toplu intiharı bir kurtuluş olarak gören ve bunu kitlelere zorla benimsetmeye çalışan gruplar da türemiştir. Dahası, devletler de bu gidişe bir dur demek için ne bir sebep görmekte, ne de bu yönde bir istek duymaktadır. Bilâkis, devlet adamları da ölümlülüklerinin idrakiyle ayakları yere basan insanlar hâline gelmiş ve herkes gibi birer insan olduklarını hatırlayarak az önce sözünü ettiğimiz seks partilerinde başrollerde yer almaya başlamıştır. Hatta bahse konu seks partileri bazı ülkelerde devlet eliyle düzenlenmeye bile başlanmıştır. Bu acı gerçekten para tabir ettiğimiz illet de nasibini almış ve ölümlülük karşısında önemini yitirerek har vurulup harman savrulmaya başlanmıştır. Sanırız bu noktada kapitalizmin ölümle ilişkisini mercek altına almak yolunda keseceğimiz bazı ahkâmlar konuya açıklık getirecektir. Her ne kadar bazı okuyucularımız, değinmek zorunda olduğumuz bu teorik konuları sıkıcı bulacak olsa da, bizler birtakım siyasi mesajlar vermek kaygısı taşıdığımızı açıkça dile getirmekten çekinmiyoruz. Didaktik olmakla itham edilmek pahasına, kimin söylediği meçhul “gerektiğinde didaktik de olunmalıdır” sözünden hareketle ölümün kapitalizmle ilişkisi konulu bir konferansa yönlendiriyoruz şimdi anlatımızı.

Adı kurgu açısından gereksiz bir üniversitenin devasa kongre merkezinde toplanan ve güneşin sönmek suretiyle insanlığı, hayvanlığı, bitkiliği, nesneliği, hatta işte güneş sistemindeki tüm varlığı yok edeceği yönündeki  iddiayı bir grup kapitalistin kapitalizmin gücüne güç katmak ve eğlence sektörüne ivme kazandırmak maksadıyla ortalığa yaydığına inanan ve dünyadaki bu kaygı verici gidişata kayıtsız kalmamayı seçen bir grup komünistin düzenlediği “Ölüm ve Kapitalizm” adlı konferansın ilk konuşmacısı, akıl ihsan olunmuş her fâninin aklına durgunluk vermesi kuvvetle muhtemel olsa da Dr. Lawgiverz’di ey üstündeki lâneti yazgısı belleyen şaşkın okur. Akla zarar hakikatlerin birbiri ardına zuhruyla kasılan bilinçlerin daha fazla kasılmasına gönlümüz razı olmadığından, Dr. Lawgiverz’in konuşmasının anlatımızın kurgusu açısından önem arz etmeyen yanlarını budayıp, sadece hayati ehemmiyeti haiz bazı noktaları iktibas etmenin yerinde olacağını düşündük. Eminiz ki pek çok okuyucumuz bu kararımızı sevinçle karşılamış, içlerine dolan salakça sevinçle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette taklalar atmaya başlamıştır. Kararımızdan hoşnut olmayan okuyucularımıza ise elimizden herkesi tatmin etmenin mümkün olmadığı gerçeğini bir an olsun akıllarından çıkarmamalarını salık vermekten başka bir şey gelmediğini üzüntüyle belirtmek isteriz. Kendilerine burada sizlerin huzurunda söz veririz ki bir dahaki sefere de şimdi sevinç çığlıkları ve taklalar atan okuyucularımıza vereceğiz aynı salığı. Böylece her iki gruptaki okuyucularımızı da eşit derecede ihya etmiş olacağız sanırız. Her neyse, kendini hangi gruba dahil hissederse hissetsin, hiçbir okuyucumuzu sanrılarımızla meşgul etmek istemediğimiz için lâfı fazla uzatmadan Dr. Lawgiverz’in konferansta sarfettiği ibret verici sözlere geçelim isterseniz şimdi hep birlikte.

Dr. Lawgiverz’den Nihilistik Spekülasyonlar

“Değerli konuklar, saygıdeğer yoldaşlar ve sevgili çocuklar,

Konuşmama başlamadan önce hepinize hoş geldiniz demek istiyorum: Hoşgeldiniz! (Yoğun alkış dalgası….Alkışlar…..Alkış yoğunluğunda azalma…. Tek tük alkış….. Sessizlik). Bildiğiniz gibi bugün burada çok önemli bir konuyu mercek altına almak için toplandık. Düşmanın maskesini düşürmek ve dünyamızda oynanan bu çirkin oyunu sonlandırmak gayesini taşıdığımızı bilmiyorum söylemeye gerek var mı. Ama aranızda aramıza yeni katılmış kişilerin de olabileceğini göz önünde bulundurarak, gene de söylüyorum işte, belki vardır diye.

mad birds (deli kuşlar)  böyle küçük bir karenin içine insan dahil hangi hayvanı hapsetseler delirirdi zaten… benim anlamadığım neden akıl ihsan olunmuş bir fâninin, yani bir insanın, böyle bir gif yapmak ihtiyacı duyduğudur… belki de biz bunları yazıp bu iletişimi kuralım diye yapmıştır, kim bilir… aslında anlamsız görünen her şey biz hakkında konuşmaya başladığımız anda anlam kazanır, her ne kadar o şey hakkında son derece anlamsız lâflar sarfetsek de… belki de bir şeyin anlam kazanabilmesinin temel koşulu o şeyin maddi veya manevi dünyada bir etki yaratmasıdır, yarattığı etki hiçbir amaca hizmet etmese de… bildğimiz kadarıyla her etki bir amaca hizmet eder ama, hizmet edilen amacın ne olduğunu biz ölümlüler bilsek de bilmesek de… kendinde-şey (in-itself) olarak bir nesnenin anlamlı olması mümkün müdür acaba? meselâ yazılmış ve/fakat bir yayınevinin deposunda veya bir kütüphanenin ambarında tozlanıp pirelere, güvelere yem olmaya mahkûm olmuş bir kitap, yani hiç kimsenin okuması mümkün olmayan bir kitap kendi içinde, yani dış dünyadan bağımsız bir anlam ihtiva eder mi? hakkında konuşulmayan şeyler var mıdırlar? elbette ki vardırlar, ama bu varlık anlamlı mıdır? anlamlıysa bu anlamın kaynağı nedir? anlamın kaynağı var mıdır? varsa bu kaynak dil midir? yoksa bu kaynak yok mudur? yoksa bu kaynak dil midir? dilse bu kaynak sanal mıdır? sanalsa bu kaynak var mıdır? varsa bu kaynak sanal mıdır? sanalsa bu kaynak sonsuzluğun ta kendisi midir? öyleyse sonsuzluk hiçlikle aynı şey midir? aynı şeyse hiçlik varlık mıdır? varlıksa hiçlik yok mudur? yoksa hiçlik var mıdır? varsa hiçlik yok mudur? varsa da hiçlik yoksa da hiçlik etc…etc… bu gif ve bu kuşlar hakkında bilmiyorum başka ne söylenebilir, söylenebilirse eğer bir şey…  (via lucyphermann, sinatrablue)       

Her neyse, nesnelerin sadece birbirleriyle bağlantıları bağlamında bir anlam kazanmasının şart olmadığını, bilâkis bunun son derece tesadüfi ve tarihsel süreç tarafından koşullandırılmış felsefi bir varsayım olduğunu anladığımda, kendinde-şey’in, yani varlığı hiçbir şeyle ilişki içerisinde olmasına bağlı olmayan, varlığını çevresinden bağımsız ve çevresine kayıtsız bir biçimde sürdürebilen nesnelerin var olabileceğini de anlamış oldum. Zira herhangi bir nesne insandan bağımsız olarak düşünülebiliyorsa, insan da nesnelerden bağımsız olarak düşünülebilir demekti, demektir. Zamanın ve uzamın birbirine dönüşerek tarih-dışı bir var oluşun, yani bir ölümsüzün, zuhur etmesini mümkün kılacak alanı yaratması ise elbette ki yalnızca teoride mümkündür. Lâkin zaten biz de burada ölümsüzlüğü kuramsallaştırmaktan başka bir şey yapmakta olduğumuzu iddia etmiyoruz. Söz konusu ölümsüzlük teorisinin pratikte ne işe yarayacağına ve/yani böyle bir kuramsallaştırma girişiminin politik arenada ne anlama geleceğine ise spekülasyonlarımızın ilerleyen aşamalarında değineceğimizi şimdiden belirtelim; belirtelim ki sabırsız okuyucularımız sabretmeyi öğrenmek yolunda adımlar atmaya şimdiden başlasın. Hatta değinmekle de kalmayacak, liberal-demokratik-militarist-kapitalizm içerisinde yaşayan bir ölümlünün, içinde yaşadığı sistemi değiştirebilmek için kendini neden ölümlü bir nesne olarak görmekten ve göstermekten vazgeçerek, ölümsüz bir özne olarak görmeye ve göstermeye başlaması gerektiğini Alain Badiou’nun hakikat teorisi dolayımıyla açıklamaya çalışacağımızı da sözlerimize ekleyelim; ekleyelim ki hayata geçirmeye cüret ve teşebbüs ettiğimiz olayın boyutları bir nebze olsun açıklığa kavuşsun. Ama tüm bunlardan önce yapmamız gereken daha başka şeyler var; meselâ az önce net bir şekilde adlandırmaktan kaçındığımız spekülasyon türünün adlandırılması gibi…

Öncelikle bu adlandırma işlemini bizden önce gerçekleştirmiş olanlar olduğunu teslim etmeliyiz. Quentin Meillassoux bahse konu spekülasyon biçimine Spekülatif Maddecilik demeyi seçerken, Ray Brassier benzer bir spekülasyon türüne Spekülatif Gerçekçilik demeyi seçmiştir.  İkisinde de aynı kalan sözcüğün Spekülatif sözcüğü olduğu gözden kaçacak gibi değil. Belki de işte bu yüzden biz de az önce spekülasyon terimini kendimizden emin bir biçimde zikretmiş olmamıza rağmen bunun ne tür bir spekülasyon olacağını dillendirmemeyi seçmişizdir, kim bilir.

2007 yılında Londra’daki Goldsmiths Üniversitesi’nde Ray Brassier, Quentin Meillassoux, Graham Harman, ve Iain Hamilton Grant’ın konuşmacı olarak katılımıyla düzenlenen bir konferansta Brassier tarafından ortaya atılan spekülatif gerçekçilik kavramı insan aklından, düşüncesinden, bilincinden bağımsız gerçeklikler ve insandan bağımsız kendinde-şeyler olduğunu ortaya koyan felsefi bir akımdır. Gerek Kıta Felsefesi’nden, gerekse de Analitik Felsefe’den radikal bir kopuş gerçekleştirerek Kant ve Hegel’in uzantısı olan tüm felsefi yaklaşımların, Meillassoux’un Sonluluktan Sonra(After Finitude) adlı kitabında ortaya koyduğu deyimle bağlılaşımcılığın(correlationism) dünyadan bağımsız bir insan veya insandan bağımsız bir dünya tasavvur etmekten aciz olduğunu iddia eden spekülatif gerçekçilik hem yeni bir düşünce alanı, hem de yeni biri düşünme biçimi yaratması bağlamında önem arz etmektedir. İnsan bilincinden bağımsız kendinde-şeyler’in var olduğu noktasında birleşen Brassier, Meillassoux, Grant ve Harman’ın felsefeleri arasında pek çok fark da mevcuttur aslında. Ama biz şimdilik birleştikleri bu ortak nokta üzerinden tartışacağız spekülatif gerçekçileri, özellikle de Meillassoux ve Brassier’i.

Meillassoux’nun Sonluluğun Sonu’ndan bir yıl sonra yayımladığı Hiçliğin Çözülüşü(Nihil Unbound) adlı kitabında Brassier, Heidegger ve Deleuze’ün zaman ve ölüm okumalarının eleştirisi ve Lyotard’ın Güneş Felaketi(Solar Catastrophe) makalesinin bir yeniden okuması üzerinden güneşin 4.5 milyar yıl içerisinde sönerek dünyadaki yaşamı sona erdireceği gerçeğinin insan bilincinden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçeklik olarak görülmesi gerektiğini ve bunun da hepimizin hâlihazırda yaşayan birer ölü olduğumuz anlamına geldiğini öne sürmektedir. Her iki yazarda da karşımıza çıkan ortak özellik kendinde-şey olarak mutlağın(Meillassoux) ve hakikatin(Brassier) var olabileceği iddiasını taşıyor oluşlarıdır. Benim için önemli olansa kendinde-şey olarak ölümsüzlüğün veya sonsuzluğun, ölümlü ve sonlu bir varlık olan insandan bağımsızlaşan kimliksiz ve kişiliksiz bir bilincin a-nihilistik spekülasyonları dolayımıyla politik bir amaç için kullanıma sokulabileceği, sokulması gerektiği gerçeğidir. Badiou’nun hakikat ve olay teorisinden hareketle, bir ölümsüzün gözüyle ve bilinciyle tasvir edilen ölümlülerin dünyası mevcut-yapı içerisinde gedikler açmak suretiyle yeni hakikatlerin zuhur etmesini sağlayacaktır kanaatindeyim.

İnsanın ölümlü bir varlık olduğu ise, söylenmesi bile gerekmeyen bariz bir durumdur. Ölümlü bir varlık olan insan, olmadığı bir şeye, yani bir ölümsüze dönüşmeye heveslidir. Çeşitli devirlerde çeşitli şekiller alan söz konusu ölümsüzlük hevesinin doruğa çıktığı Romantizm dönemi günümüzde kapitalizm tarafından yeniden diriltilmeye çalışılmakta ve bu yolda çeşitli gıda ürünleri ve hap formuna sokulmuş bitkiler piyasaya sürülmektedir. Zararı herkes tarafından bilinen alkollü içeceklerin üzerinde bile “hayat güzeldir,” “hayata içelim,” şeklinde ibareler görmek mümkün hale gelmiştir. Slavoj Zizek’in Nietzsche’nin “insan hiçbir şey istememektense, hiçliğin kendisini ister,” sözünden hareketle verdiği Diet-Cola ve kafeinsiz kahve örnekleri insanın hiçlik istencini, olmayana duyduğu arzuyu gayet net şekilde deşifre eder niteliktedir. İçi boşaltılmış, varlık sebebinden arındırılmış ürünler sağlıklı yaşama giden yolu asfaltlama çalışmalarında kullanılmaktadır. Lâkin akılda tutulmalıdır ki ister şekerli, ister şekersiz olsun, kola son derece zararlı bir üründür ve sadece şekerden ve kafeinden arındırlmış olması onun sağlıklı bir içecek olduğu manasını taşımaz. Tüm bunların ölümsüzlük konusuyla ilgisi ise şudur: Ölümsüzlük bir ölümlü için olmayan bir şeydir. Ölümsüzlük ölümden arındırılmış yaşamdır. Gelinen noktada kapitalizm insanlara ölümsüz yaşam vaad etmektedir. Matematiksel adı sonsuzluk olan ölümsüzlük ölümlülüğün bittiği yerde, yani ölünen noktada başlar. Sonsuzluk kavramının başı sonu olmayan bir süreçten ziyade, başı sonu olmayan bir durumu anlattığını akılda tutarsak diyebiliriz ki ölümsüzlük ancak sonsuz boyuttaki bir çelişkinin dünyamıza yansımasıyla zuhur edebilir. Sonsuzluk veya ölümsüzlük birer süreç olmaktan ziyade birer durumdur, çünkü süreçler başı sonu olan sürerdurumlarken, durumlar durağan ve zaman dışı olgulardır. Zamandan ve uzamdan bağımsız bir varoluşsal durum olan ölümsüzlük felsefe tarihi boyunca ölümlü insan bilincinin tamamen dışında konumlanmış bir kendinde-şey olarak düşünülmüştür. Oysa biz biliyoruz ki aslında ölümsüzlük insanı çevreleyen değil, bilakis insanın çevrelediği bir boşluktur. Şu anda ölümsüzlüğü düşünmekte olduğumuza ve/fakat bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir dayanağımız olmadığına göre demek ki ölümsüzlüğün düşüncemizin kendisini sürdürebilmek için kendi içinde yarattığı bir boşluk olduğunu teslim etmeliyiz. Boşluklar olmayan varlıkların yokluğunu doldurduğuna göre diyebiliriz ki düşünmek ölüme ara vermek, yaşamda boşluklar yaratmaktır. Ölümlü ne demektir? Bir gün ölecek olan, yani ölümden kurtulmuş olmayan. Peki ölümsüz ne demektir? Artık ölmesi mümkün olmayan, zira hâlihazırda ölmüş olan, bu vesileyle de işte ölümden arınmış olan.

Ölümlülüğü sömürmek suretiyle gücüne güç katan liberal-demokratik-militarist-kapitalizmin ölümün ortadan kalkmasıyla kendi içine dönük bir patlamaya, çökmeye(contraction) maruz kalacağından hareketle diyebiliriz ki yaşamı olumsuzlamaktan ziyade olduğu gibi olumlayan materyalist bir gerçekçiliğe, yani aşkınsallığa öykünen, ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsünün tahakkümü altındaki kapitalist-gerçekçilikten, kendinde-şey olarak öteki’nin içkin olduğu komünist-gerçekçiliğe doğru bir yönelim hem mümkündür, hem de gerekli.”  

Yokluk Olarak Varlık

Bu yazılar şu anda okunmakta olduğuna göre demek ki bu yazıları yazan, belirli bir zamanda ve belirli bir uzamda konumlanmış bir özne söz konusu olmuştur. Söz konusu öznenin kendini anlatmaktan ziyade O diye adlandırdığı bir hiçliği anlatıyor oluşu ise ancak yazının öznesinin kendini nesneleştirerek olmayan bir özneye dönüştürmek çabası içerisinde olduğunu gösterir. Peki ama söz konusu özneyi içinde bulunduğu çabadan ayıran nedir? Öznenin kendisi olmadan içinde olunabilecek bir çaba da olamayacağına göre, neden bu özne kendisinden bağımsız bir çaba olabilirmiş gibi kendisini çabanın nesnesi olarak göstermek ihtiyacı içerisindedir? İşte bu soruyu yanıtlamak maksadıyla, bir nesne olarak yazarın kendisi üzerine ahkâm kesebilmek için kendisini aşan bir özneye dönüşmesi gerektiğini dile getiren Kant ve bir nesne olarak yazarın kendisi üzerine ahkâm kesebilmek için kendisini aşan bir özneye dönüşmesi gerekmediğini, zira kendisini bir nesne olarak dile getiren söz konusu yazarın kendisini aşan o özneyi zaten hâlihazırda içinde barındırdığını kaleme alan Hegel’in felsefeleri üzerine bir takım spekülatif düşünceler üretmeye niyetlenen ve bu yolda Kant ile Hegel’in karşılaştırmalı bir okumasına girişmesi gerektiği aşikâr olan O’nun dünyasına giriyoruz şimdi hep birlikte: Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar…

O, Gilles Deleuze’ün deyimiyle bu kitabın yazarının kavramsal personası, Fernando Pessoa’nın anlam dünyası bağlamında ise söz konusu yazarın heteronomik kişiliği, yani dış-kimliğidir. Olmayan bir şey olarak var olan O bu kitabın yazarına içkin bir dışarıda konumlanmıştır, çünkü O bir ironisttir. Bu kitabın yazarının içindeki bir dışarı, veya işte bir şey olduğunu zanneden bir hiçin içindeki hiçbir şey olan O, kitabın aynı zamanda hem nesnesi, hem de öznesidir. Belli ki bu kitabın ironist yazarının kavramsal personasının, yani O’nun derdi, Kant, Hegel, Nietzsche, Deleuze, Derrida, Badiou ve Zizek gibi düşünürlere de dert olmuş olan aşkınlık(transcendence) ve içkinlik(immanence) arasındaki ilişkidir. Öncelikle Kant ve Hegel’in felsefeleri arasındaki benzerliklerden ziyade farklılıklara değinmek istiyor O. Daha sonra ise konuyu güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceği yönündeki spekülasyonlara bağlamaya çalışacak büyük ihtimalle. O, lâfı fazla uzatmadan diyebilir ki Kant’ın aşkınsal(transcendental) idealizmini Hegel’in spekülatif idealizminden ayıran fark, Kant’ın kendinde-şey’i tarif edebileceğimizi, Hegel’inse kendinde-şey’den ancak neticeler çıkarabileceğimizi dile getirmesinden kaynaklanan bir farktır. Kendi anlam dünyamız bağlamında yeniden yazacak olursak diyebiliriz ki Kant bizim birer ölümlü olarak ölümsüzlüğü tarif edebileceğimizi söylerken, Hegel ölümsüzlük düşüncesinden ancak ölümlülüğümüzün anlamı hakkında çıkarımlar yapabiliriz demektedir. Zira Kant’a göre ölümsüzlük ölümlülüğü çevreleyen bir durumken, Hegel için ölümsüzlük ölümlülüğün içindeki bir boşluktur. Bir başka deyişle Kant için ölümsüzlük özneyi aşkınken, Hegel için ölümsüzlük özneye içkindir.

Ne aşkınsal idealizmi, ne de spekülatif idealizmi tasvip eden O henüz adlandıramadığı, fakat tanımlayabildiği yeni bir spekülasyon biçiminin şemasını çizmeye yeltenmekten başka çaresi olmadığını çok geçmeden idrak edecektir. O’nun tasavvur edebildiği kadarıyla söz konusu spekülasyon biçimi Kant’ın ve Hegel’in idealizmlerinden radikal bir kopuş gerçekleştirerek kendinde-şey’in düşünceden ve bilgiden bağımsız olarak var olabileceğini kuramsallaştırmaya yönelik olacaktır. Aşkınsal olmayan bir dışarı ve içkin olmayan bir içeri, şeklinde özetleyebileceğimiz kendinde-şey’in konumunun zamanın ve uzamın birleştiği yer olduğunu söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı, ama gene de söylüyoruz işte, belki vardır diye.

Kendinde-şey olarak O kendini ifade edebilecek ve kendinden farkını dile getirebilecek bir spekülasyon biçimini hayata geçirebilmek için kaçınılmaz olarak Kant ile Hegel arasında, Deleuze’ün deyimiyle bir ayırıcı-sentez(disjunctive-synthesis) işlemi gerçekleştirmek zorundadır. Zira bir ölümlünün kendini bir ölümsüz olarak tasvir edebilmesi ancak Kant’ın düşünümsel yargı(reflective judgement) ve Hegel’in spekülatif diyalektik stratejilerinin materyalist bir felsefe anlayışı içerisinde bölünüp aşkınsal ve idealist yanlarından arındırıldıktan sonra spekülatif ve materyalist yanlarının yeniden birleştirilmesiyle mümkün kılınabilir.

Her ne kadar ölümsüzlük düşüncesini hayata geçirebilmek sinir ve damar sisteminin bozguna uğratılmasını gerektirir gibi gözükse de, işin aslı hiç de öyle değildir. Zira az önce de belirtildiği üzere ölümsüz şahsiyetin ölümsüzlüğü fiziksel anlamda sonsuz olmak anlamına gelmekten ziyade, ruhsal veya şuursal anlamda sonsuzluğu idrak edebilecek bilinç düzeyine ulaşmış olmak demektir. Fâni bir bedende, fâni olmayan bir düşünceyi barındırabilecek kudrete erişmek olarak da nitelendirebileceğimiz bu var oluş tarzı özellikle 20. Yüzyıl sonu ve 21. Yüzyıl başında Deleuze ve Badiou gibi düşünürlerin kafasını kurcalamış spekülatif bir teoriler demetinin ürünüdür. Benim, olmayan şeyleri varmış gibi gösterme eğilimi içinde oluşumun sebebi ise söz konusu olmayan şeylerin var olduğunu düşünmemdir. Dikkat ederseniz cümlemi “olmayan şeylerin var olduğunu bilmemdir,” yerine “olmayan şeylerin var olduğunu düşünmemdir,” diyerek noktaladım. Zira ben bilmek ve düşünmek mastarları arasında dipsiz bir uçurum olduğu kanaatindeyim. Dipsiz bir uçurumun varlığından söz etmiş olmamın maksadı, siz de takdir edersiniz ki, olmayan bir şeyin var olmasının ne anlama geldiğini bir metafor aracılığıyla göstermek arzusunu taşıyor oluşumdur. Elbette ki benim sözünü ettiğim her şey salt benim tarafımdan söz konusu edildikleri için kanıtları kendilerinden menkûl hakikatler değildir. Bir metafor olarak “dipsiz uçurum” olgusu boşlukla dolu bir varlığı ifade eder. Fakat şu da bir gerçek ki dünyada dipsiz uçurumlar namevcuttur. Dünyada olmayan olguların varlığından söz edebilmemiz bile fiziksel dünya koşullarında var olması imkânsız olan pek çok olgunun düşünsel düzlemde mümkün olabileceğinin göstergesidir. Zira düşünce doğası gereği metafiziksel bir olaydır ve vazifesi maddi bir olgu olan dil vasıtasıyla fiziksel dünyada boşluklar oluşturmaktır. Tabii burada dil vasıtasıyla derken sakın dili ve aklı araçsallaştırdığımızı sanmayın. Aklıda tutun ki burada bahse konu düşüncenin fiziksel dünyada dil vasıtasıyla yarattığı şey boşluktan başka bir şey değildir. Boşluk yaratmaksa bizim projemiz bağlamında bir amaç olmaktan ziyade bir araçtır. Yani buradaki amaç dilin araçsallaştırılmasına karşı dili boşluk yaratmakta kullanılan bir araca dönüştürmek suretiyle amaçla aracın rollerini değiştirerek kendilerinin ötekisine, yani birbirlerine dönüşmelerini sağlamaktır. Birbirlerine dönüşen amaç ile aracın birbirlerini yok etmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı. Varılmak istenen nokta şudur: Sonsuzluk özne ile nesne, amaç ile araç, neden ile sonuç arasındaki ilişkinin anlamsızlaşarak ortadan kalktığı, böylece de işte varlıkları birbirleriyle ilişkilerine bağımlı olan bu kavramların bizzat kendilerinin yok olduğu, zaman ile uzam içindeki bir boşluk formunda zuhur eden o malûm içkin dışsallıktır. Özneye içkin aşkınsal bir kavram olan sonsuzluk mevcut-egemen varoluş biçiminde kısa-devre yaratarak mevcut-egemen düzenden bir kopma yaratır. İşte Alain Badiou’nun Varlık ve Olay adlı kitabında boş-küme olarak nitelendirdiği söz konusu sonsuzluk bizim O adını verdiğimiz ölümsüz öznedir.

Kendinde-şey olarak O kendini ifade edebilecek ve kendinden farkını dile getirebilecek bir spekülasyon biçimini hayata geçirebilmek için kaçınılmaz olarak Kant ile Hegel arasında, Deleuze’ün deyimiyle bir ayırıcı-sentez(disjunctive-synthesis) işlemi gerçekleştirmek zorundadır. Zira bir ölümlünün kendini bir ölümsüz olarak tasvir edebilmesi ancak Kant’ın düşünümsel yargı(reflective judgement) ve Hegel’in spekülatif diyalektik stratejilerinin materyalist bir felsefe anlayışı içerisinde bölünüp aşkınsal ve idealist yanlarından arındırıldıktan sonra spekülatif ve materyalist yanlarının yeniden birleştirilmesiyle mümkün kılınabilir. Bunu da ancak bir ironist, aynı zamanda hem kendini aşan, hem de kendine içkin anlam dünyalarına kapılar aralayan ironisiyle yapabilir, ki nitekim işte yapmıştır da zaten.

the door of perception (via lucyphermann)

Notlar

[1] Bu metin henüz yazım aşamasında olan yeni kitabımın ilk hâlidir. Büyük ihtimalle 2-3 yıllık bir süreç içerisinde dallanıp budaklanacak, serpilip açılan bir halı gibi yayılacaktır önümüze. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama adı bile henüz belli olmayan yeni kitabın bir özeti niteliğini taşıyan söz konusu metin son derece yoğun, sıkıştırılmış bir taslaktan öteye gitmemektedir. Okuyucudan ricam metni bitmiş bir ürün olarak değil, inşası süren bir yapıt olarak gören gözlerle okumasıdır. C.E.

[2] José Saramago, Lizbon Kuşatmasının Tarihi, çev. İpek Babacan (İş Bankası Kültür: İstanbul, 1989), 178.

Is Deleuze a Speculative Realist?

At first it might seem he is. If Bruno Latour is on the right track with respect to speculative realism, as Graham Harman and others would argue, then it might seem that Deleuze is on the right track as well for there are a number of areas where their philosophies converge in significant ways – especially concerning events, multiplicity, and their embrace of an ontological monism. I cover much of this in Deleuze’s Hume. It would also seem that De… Read More

via Aberrant Monism