Skip navigation

Tag Archives: edebiyat

Olay ve Hakikatin Bozguna Uğrattığı Fantezi Makineleri - Emre İleri   Cengiz Erdem “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nı yazdığından beridir, defalarca okudum desem yalan olmaz. Kitabın etrafında bir Kızılderili çadırı kurup ateş yaktığım, hatta dans ettiğim bile söylenenler arasında! Söylenenler arasındadır arasında olmasına ama, kitap da benim etrafımda ateş yakıp dans ve de raks ederekten beni bilmediğim yerlere sürükleyip kendimi defalarca kez kaybetmeme ve bulmama vesile olmuştur. Bahis konusu kitabı  okuduğumu ve yorumladığımı sanırken aslında kitap beni birtamam okumuştur, karıştırmış, sayfalarıma dokunmuş, yazma eylemine sürüklenmiş bulmuşumdur kendimi adeta. Bu paramparça yazı, ya da yazılar, ne kadar bu roman ya da başka bir şey hakkında olur biliyorum. Fakat insan mevzubahis romanı okuduğu ve onun tarafından okunduğu zaman, ekran ve insan, kitap ve insan arasında tek taraflı bir görme, algılama ve düşünme eyleminin vuku bulup bulmadığını sormaya başlıyor kendi kendine. Amacımız kesinlikle mevzubahis roman hakkındaki “hakikatler”i ortaya çıkartmak değil, onu yeniden yazmaktır. Yani, kafamızda roman hakkında oluşan imgeleri yeniden simgelere dönüştürmektir niyetimiz. Ama bizim niyetimizin ne olduğunun pek de önemi yok. Biz de yokuz ki zaten, bir “biz” olmaktan çıktığımızdan beri… Read More

via Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı

Aslen Almanya doğumlu olmakla birlikte Sorbonne’da doktorasını tamamladıktan sonraki çalışmalarının çoğunu İngiltere’de yalnızlık içinde sürdürmüş ve karısıyla tanışıp evlendikten sonra da uzun yıllar Londra’da yaşamıştı Dr. Lawgiverz. Karısından ayrıldıktan sonra hayatı alt-üst olan doktorun bunalımdan çıkmak için tek şansı yeni diyarlara doğru yeni yelkenler açmak ve yeni insanlarla tanışmaktı, ki nitekim o da öyle yapmıştı zaten.   Hâliyle ayrılığı takiben seçtiği yaşam biçiminin doğası gereği Dr. Lawgiverz’in sabit bir ikâmetgâhı olması mümkün değildi. Her yıl farklı bir üniversitede ders vermekte, böylece de oradan oraya göç etmekle geçen göçebe bir yaşam sürdürmekteydi zira. Olaya düşünsel yaşam bazında baktığımızda ise görüyoruz ki Dr. Lawgiverz evrenin sırlarına ve insan doğasına ilişkin çalışmlarına edebiyatla başlamış, psikanalizle devam etmiş ve söz konusu çalışmaları gelişen teknolojiden de faydalanarak artık bir bilim dalı olduğuna hükmetmek vakti gelmiş bulunan felsefeyle sürdürmektedir hâlen.

Dr. Lawgiverz “söz uçar, yazı kalır,” sözünü hatırladı. Bu sözün 4.5 yıl içerisinde anlamını yitirecek olması, onu, sarf edilmiş diğer tüm sözlerin de anlamını yitireceği düşüncesine sevketti. Ne de olsa güneşin sönmesi neticesinde dünya ve hatta evren dev bir buz kütlesine dönüşecek ve dünyadaki her şeyle birlikte kitaplar da yok olacaktı. Yazarların ve sanatçıların eserleriyle ölümsüzlüğe kavuştuğu düşüncesinin ne derece saçma olduğu bir kez daha kanıtlanmış olacaktı böylece. Ölümle yazı arasındaki ilişki elbette ki eski çağlardan beridir yazarların ve düşünürlerin kafasını kurcalamış bir ilişkiydi. Maurice Blanchot “ölmemek için yazıyorum,” dediğinde büyük ihtimalle kendisini bir Şehrazat olarak duyumsamıştı. Yazılarımız boşluktan gelir ve boşluğa giderdi. İnsanın ölüm karşısındaki aczi teknoloji vasıtasıyla aşılmaya çalışılmış ve bazı bilim adamları teknoloji sayesinde insanın ölümsüz bir varlığa dönüşebileceğini iddia etmekle kalmamış, bunu kanıtlamıştı da. İnsan ezelden beridir yaşamı ölüme karşı bir direniş olarak görmüş, ölümü alt etmek için çeşitli icatlar yapmıştı. Örneğin Dr. Lawgiverz’in yakın bir dostu olan ve Takamuro Kootaro adını taşıyan bir bilimadamı, insan beyinlerinin içi sıvı nitrojen dolu küvezlere yerleştirilerek, bedenin geri kalan tüm kısımları yaşamsal fonksiyonlarını yitirse bile beynin kendisinin hayatta tutulabileceğine ve daha sonra yapay bir bedene (avatar-robot?) yerleştirilerek sosyal yaşama dahil edilmek suretiyle yaşamın deneyimsel yönüne kavuşturulması neticesinde ölümsüzlüğün hayata geçirilebileceğine gönülden inanmış ve yıllardır bu yöndeki çalışmalarını hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerle neredeyse kanıtlamıştı. Hatta bu kanıtlar oldukça zengin olduğunu söyleyebileceğimiz, ölümün eşiğindeki bazı insanlar tarafından o kadar benimsenmişti ki, yüklü miktarda paralar karşılığında vücutlarının Akor Yaşam Uzatma Vakfı’nın Arizona’daki laboratuvarlarında, sıvı nitrojen dolu tanklar içerisinde dondurulup saklanmasını talep etmişti. Bildiğimiz kadarıyla şu anda 49 ölünün baş ve vücutları orada yeniden dirilecekleri günü bekliyor.[1]

Onlar ağaçtan toplanmayı bekleyen meyveler misâli dirilecekleri günü bekleyedursunlar, biz “her şey önünde sonunda olacağına varır” türünde bir sözle devam edelim anlatımıza. Bu söylediğimizdense hayata bakış bağlamında kaderci bir yaklaşımı benimsediğimizi sanmayın sakın. Birer anlatıcı olarak elbette ki her şeyin kendi kontrolümüzde olduğunu, hiçbir şeyin bizim dışımızdaki bir dış güç tarafından önceden belirlenmiş olmadığının farkındayız tabii ki. Ama siz de bir an olsun aklınızdan çıkarmayın ki kadercilikle her şeyin önünde sonunda olacağına varacak oluşuna hükmetmek aynı kefeye konamaz. Zira olup biten her şey, bir dış güç tarafından önceden yazılmış olmaktan ziyade, şimdi ve burada tarafımızdan yazılmaktadır. Bu yazılanların olacağına varması sadece bizim elimizdedir. Hepimizin bildiği gibi biz şimdi, şu anda yazmayı bıraksak bu anlatı da şimdi ve burada biter. Anlatının bitmesi demekse sanal olarak da olsa can verdiğimiz tüm bu insanların bir anda ölmesi anlamına gelir, başka da bir anlama gelmez. Hayatın her an sona erebilecek bir zaman dilimi olduğunu akılda tutarsak diyebiliriz ki yazmak ölüme karşı direnmek, okumaksa zamanı öldürmektir. İşte bu ikisinin, yani yazılanın ve okunanın, yazarın ve okurun buluşması ancak ne başı ne de sonu olan, zaman ve uzam dışı bir boyutta vuku bulabilir. O boyut ölümsüzlüğün zuhur ettiği, algılayageldiğimiz dünyanın içindeki bir dışarıdır; bir başka deyişle ölümlüler kümesi içindeki bir boş-kümedir sevgili okur. Ölümlülerle dolu bir kümenin(kümesin?) içindeki içi boş bir kümeninse ölümsüzler kümesi olduğunu, yani içerideki bir dışarı olduğunu söylemeye ise hakikaten bilmiyoruz gerek var mı, ama gene de söylüyoruz işte, nemelâzım, belki vardır diye… 


[1] Bilim ve Teknik Dergisi, Ölümsüzlük dosyası özel eki, Ed. Doç. Dr. Ferda Şenel, Nisan 2003, s. 13. “İnsanoğlunun ölümsüzlük için verdiği mücadele, varoluşluyla başlıyor. Rivayete göre bundan çok çok önce Lokman Hekim, ölümsüzlüğün sırrını bulur. Ölümsüzlük iksirinin formülünü kağıda yazar. Kaşif köprüden geçerken, sert bir rüzgar aniden iksirin formülünü alıp götürür. İşte, rüzgar bu iksirin formülünü götürdüğünden beri insanoğlu ölümsüzlüğün peşinde. Eski mısırlılar zamanında firavunlar, kendilerini ölümsüzlüğe taşımak için mumyalatıp piramitlerin içine yerleştirmişlerdi. Böylece vücutları korunacak ve tekrar hayata döndüklerinde eskisi gibi sağlıklı bir yaşam süreceklerdi. Hatta, sonraki yaşamlarında kullanacakları eşyaları da yanında konuluyordu. insan vücudunu mumyalayarak ölümsüzlüğe taşıma fikrini sadece Mısırlılar kullanmadı. Başta Kuzey Amerika olmak üzere, dünyanın bir çok yerinde mumyalanmış insan vücutları bulundu. Bu gösteriyor ki, insan vücudunu ölümsüzlüğe kavuşturma fikrinin her toplumda çok önemli yeri olmuş. Bu fikir günümüzde de mevcut. Tabii, eskisi gibi vücudu mumyalayarak değil. Gelişen teknolojiyle yeni bir kavram ortaya çıktı: insan bedenini dondurmak. Çok düşük ısılarda insan metabolizması yavaşlıyor. Belirli bir ısının altındaysa, neredeyse hiçbir kimyasal reaksiyon gerçekleşmiyor. Alaska’da buzullar arasında bulunan bazı insan cesetlerinin yüzlerce yıl geçmesine rağmen hiçbir bozulmaya uğramadığı görülmüş. Bütün bunlardan yola çıkan insanoğlu, yeni bir arayışa girdi: Acaba insan vücudunu kendi kontrolümüzde hiç bozulmadan yıllarca saklayabilir miyiz? Günümüz teknolojisiyle çeşitli dokuları ya da hücreleri hızlı bir dondurma yöntemiyle yıllarca saklamak mümkün. Genellikle sıvı nitrojen kullanılarak, dokular -190°C’ye kadar soğutulabiliyor. Çok hızlı dondurulan bu hücreler, daha sonra eritildiklerinde, eski işlevlerini kazanabiliyorlar.”

 

Deneyler yapmak ve yaptığı deneylerin sonuçlarını insanlarla paylaşmak için yaratılmış bir insan olan Takamuro Kootaro, çocukluğunda okuduğu bilim-kurgu romanlarının etkisiyle vurmuştu kendini bilime. Özellikle H.P. Lovecraft’ın kitaplarında okuduğu doğa-üstü hadiseleri gerçek sanıyor, yıllar geçtikçe dizginlenmesi namümkün bir hâl alan hayâl gücü, onu Frankenstein, veya bilemediniz Dr. Jekyll and Mr. Hyde gibi bir çılgına çeviriyordu.

Anne ve babasını korkunç bir trafik kazasında kaybeden küçük Takamuro sosyalist bir filozof tarafından evlât edinilip doğru dürüst bir okula gönderilinceye kadar tarifi imkânsız acılarla boğuşmak durumunda kalacaktır. Söz konusu okulda bilimin ışığıyla aydınlandıktan sonra aldığı bir bursla Japonya’dan Amerika’ya geçen Kootaro, Georgia Tech Enstitüsü’nde kısa zamanda sivrilecek ve doktorasını bitirir bitirmez Teorik Fizik ve Astronomi kürsüsünün başına getirilecektir. Spekülatif Realistler’in düzenlediği “Bilim ve Metafizik” adlı bir konferansta, evrenin sonsuzluğu içerisinde zaman kavramının sadece insan beynine münhasır bir şey olduğunu ve bunun sebebinin de düşünebilen tek ölümlü varlığın insan olması olduğunu dile getirecektir Takamuro Kootaro, ve pek tabii Kant’ın tüm bunları yıllar önce hâlihazırda dile getirmiş olduğundan bihaber olduğu için Dr. Lawgiverz’in tepkisini çekecektir hâliyle. Aralarında münakaşaya varan bir diyalog gerçekleşecek ve detaylarına girmememeyi etik olarak uygun bulduğumuz, yaşanan o ibret verici olaylar bilim ve felsfenin iş birliğinin ne denli gerekli ve mümkün olduğunu bir kez daha gözler önüne serecektir.

İlerleyen süreçte Einstein’ın görecelik teorisini çürüten ilk kişi olma bahtiyarlığını yaşayan Takamuro Kootaro’nun temel tezi zamanda yolculuk mevhumuna teknolojik gelişmeler ışığında bakıldığı zaman geleceğe gitmenin geçmişten gelmekten daha mümkün olduğunu ileri sürmekteydi. Kootaro’nun teoride ıspatladığı ve bilim çevrelerinde kabul görmüş bu tezinin teferruatlarına girmek isterdik, ama ne yazık ki kapasitemiz buna hiç müsait değil, zira biz bilim-adamı olmaktan ziyade basit bir anlatıcıyız sadece. Kafamızın basmadığı şeyleri anlatmamız ise hem çok riskli, hem de zaten mümkün değil. Hangi anlatıcı okuyucularının nezdinde küçük düşmek ister ki? Bilgi eksikliğinin insanın saçmalamasına zemin hazırlamaya ne denli müsait olduğunu hepimiz biliyoruz; bunu yaşayarak öğrendiğimizi farzediyor ve bu konuyu da daha fazla rezil olmadan böylece geçiştiriyoruz. Güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceğine dair spekülasyonlar gerçeğe dönüştüğü takdirde tıpkı Akor Yaşam Uzatma Vakfı’nın Arizona’daki tesislerinden sorumlu Dr. Jerry Lemler gibi, Takamuro Kootaro’nun da tüm bu çabalarını anlamsız kılarak ölümsüzlük hayâlini imkânsızlıklar arenasına dahil edeceğini söylemeye gerek olup olmadığını ise inanın ki bilmiyoruz.

Dr. Lawgiverz’le Takamuro Kootaro bilim ve metafizik arasındaki ilişkileri hem epistemolojik, hem de ontolojik bağlamlarda en fenni şekilde mercek altına alan bir konferansta tanışacaktı. Bahse konu konferansta “Ölümsüzlük Teorisi ve Gilles Deleuze” adında bir bildiri sunan Dr. Lawgiverz ile “Zamanda Yolculuk Teorisi ve Einstein” adında bir sunum yapan Takamuro Kootaro konferansın bittiği günün gecesinde verilen akşam yemeğinde tesadüfen yan yana oturma fırsatı bulacak ve gecenin ilerleyen saatlerinde bilimsel-felsefi bir sohbete ilâveten şarabın da etkisiyle güçlerini birleştirme kararı alacaktı bu ikisi. Biri doğa bilimlerine, diğeri ise beşeri bilimlere mensup bu iki bilim-adamının dünyaya damgalarını vurmasıyla sonuçlanan entellektüel birliktelik, son derece verimli geçtiği aşikâr olan “Bilim ve Metafizik” konulu o konferans sayesinde başlayacaktı yani işte.

Güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceğine dair o meşhur spekülasyonlar ortalığa yayıldığı sıralarda Takamuro Kootaro sürekli olarak Japonya ve Amerika arasında mekik dokumakta, maddi kaynakları ve bilimsel çalışmaları arasında yepyeni köprüler inşa etmekteydi. Kim bilir, belki de bu ikisinin, yani Takamuro Kootaro ve Dr. Lawgiverz’in böyle oradan oraya gidip gelmeleridir ülkelerindeki istihbarat birimlerinin dikkatini çeken. Ne yazık ki henüz o kısma gelmedik ama, biraz sabır lütfen, ey sabrın sonunun selâmet olduğu konusunda şüpheleri olan kuşkucu okur!



Pj Harvey – A Perfect Day Elise (Original Studio Version with Video Clip)

He got lucky, got lucky one time

Hitting with the girl in room five none nine

She turned her back on him facing the frame

Said, “Listen Joe don’t you come here again”

White sun scattered all over the sea

He could think of nothing but her name Elise

God is the sweat running down his back

The water soaked her blonde hair black

It’s a perfect day

A perfect day, Elise

He got burned by the sun

He’s a lucky man

His face so pale and his hands so worn

And the sky

Let himself in room five none nine

As she turned away

Said a prayer, pulled the trigger and cried

Tell me why

It’s a perfect day

A perfect day, Elise

Ah oh, It’s a perfect day

A perfect day, Elise

Güneşin bir anda değil de yavaş yavaş söneceğini, bir roman olmak yolunda ağır fakat emin adımlarla ilerleyen anlatımızın başlarında belirtmiştik sanırız. Hava sıcaklıklarında yaşanan ani düşüşler, derecelerin mevsim normallerinin altında seyretmesine sebebiyet vermeye başlamıştır nitekim işte. Hava o kadar soğumuştur ki artık Afrika ve Arap Yarımdası’nda bile kar yağmaktadır. Çöller kutuplara, kutuplar dev birer buz kütlesine dönüşmüştür. Dünyayı sıvı nitrojene batırsak ancak bu kadar donardı herhalde. Ama durun bakalım, bu daha başlangıç, güneşin sönmesine iki yıl var daha şu anda. Henüz yeterince soğumadı hava, -99 derece santigrat’ın altında hava soğukluğuna rastlanmadı şimdilik. Kaydedilen en yüksek hava sıcaklığı ise -1 derece santigrat olarak belirlendi. Neden 0 ve 100 değil? Bilmiyoruz. Sıfır ve yüz noktalarını daha can alıcı bir hadiseye sakladı herhalde yazar. Bizim misyonumuz sadece yazarın yazdıklarını aklımız dil verdiğince anlatmak.

Hemen belirtelim, biz bu acı gerçekleri sizlere anlatırken bir önceki romanımızın efsanevi yazarı Tekvin de bu esnada yazmayı sürdürmekte ve yok oluşa sayılı günler kaldığını da akılda tutarak tüm bu olup bitenleri sözcüklere dökmeye hummalı bir şekilde devam etmektedir. Zaman darlığı sebebiyle özet geçmekte bir sakınca görmediğini, yazdıklarının en ilginç kısımlarından biri olduğu su götürmeyecek derecede bariz olan şu yazı parçasından anlıyoruz:

 Güneşin sönmesine iki yıl kala Üçüncü Cihan Harbi diye nitelendirebileceğimiz o global(küresel) muharebeler serisi kimsenin beklemediği bir biçimde patlak vermiş, zaten yapay olduğu uzun süredir sezilen sevgi ve barış hayalleri yerini tüm dünyada çok şiddetli, içsel/dışsal ayrımının ötesindeki çatışmalara bırakmıştır.  

İlk başlarda özellikle Fransa ve İngiltere’de birer iç savaş şeklinde patlak veren bu savaş, daha sonra sınırları aşıp, ülkeler arasındaki barikatları yerle bir ederek dalga dalga tüm dünyaya yayılmıştır. Çatışmalar global ölçekte olduğu için kimse bu çatışmaları ne birer iç savaş, ne de birer dış savaş olarak niteleyebilmektedir. Artık iç düşman dış düşman kavramları anlamını yitirmiş, tüm dünya ülkelerindeki iktidarlarla muhalif güçler birbirine girmiştir. Mesele ne hangi milletin ötekinden üstün olduğu meselesidir, ne de savaşı hangi ülkenin kazanacağı meselesi.

Artık yaşamlarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmayan anti-kapitalist muhalifler “ya güneş sönmezse? O zaman kapitalizmi yıkıp komünizmi hayata geçirmek için bir daha zor bulacağımız bir fırsatı kaçırmış olacağız,” diye düşünmüş olacaklar ki ayaklanma kararı almışlardır. Küresel tahakküm küresel direnişe sebebiyet vermiş, tüm ülkelerdeki muhalif güçler kendi ülkelerindeki iktidarlara karşı amansız bir mücadeleye girişmiştir. Eğer bir ülkedeki muhalif güçler zayıf düşmüşse derhal o ülkeye diğer ülkelerden binbir zorlukla da olsa takviye güçler gönderilmektedir.

Hava sıcaklıklarının düşüşüne ve hava soğukluklarının artışına paralel olarak gittikçe azalan soğuk savaşlar ve gittikçe artan sıcak çatışmalar neticesinde savaşın yayılmadığı nokta kalmamış, bütün roller değişmiş, dünya neredeyse ters yönde dönmeye başlamış ve hastalar doktorlara, sömürülenler sömürenlere, ezilenler ezenlere, materyalistler metafizik ideologlarına karşı amansız bir direnişe girişmiştir. Saldırganlık ve şiddet daha önce hiç görülmemiş bir biçimde had safhadadır. Gelinen noktada artık ya global kapitalist düzen yerle bir edilecektir, ya da komünizm daha ana rahminden çıkamadan ilelebet tarihe gömülecektir. Hiç kimsenin kaçacak deliği yoktur, ki zaten hiç kimse de kaçacak delik aramamakta, bilâkis herkes saklandığı deliklerden çıkıp yıllardır hapsolageldikleri söz konusu delikleri tıkayarak savaşa katılmaya can atmaktadır.

Barikatlar her yerde, savaş ve ölüm birer yaşam biçimi halindedir. Ölüm yaşamın bir parçası haline gelmiş, hastalıklar sağlıklı bir geleceğin koşuluna dönüşmüştür. Muhalif güçler karşılarında buldukları acımasız kolluk kuvvetlerine karşı tüm olumsuzlukları birer silaha dönüştürmüş, en olumsuz gibi görünen koşullar global kapitalist sistemin kökten ve tamamen imhası için birer araç haline gelmiştir.

Eğer komünistler için amaç mevcut düzeni topyekün yerle bir etmekse, global kapitalizmin muhafazakarları içinse amaç karşı güçleri yeryüzünden sonsuza kadar silmektir gelinen noktada. Mesele bir ölüm kalım meselesidir.

 


Luther Blissett – Rupture

Konferans bittikten sonra derin bir hayâl kırıklığına uğramış vaziyette devletler platformunun kendilerine tahsis ettiği eve dönen üç silahşörler, kara kara istihbarat teşkilatı baş sorumlusuna ne diyeceklerini düşünmektedir. Müfettiş ve çavuş kendi ülkelerindeki istihbarat birimlerinin nasıl olup da bu kadar vahim bir hataya düşmüş olabileceği üzerine binbir dereden su getirmeye çalışırken, şef “kesin sesinizi, bir çuval inciri berbat ettiniz!” diye bağırır. Aslında çok sakin ve soğukkanlı bir insan olan şefin bu tavrı durumun sandığımızdan da vahim olduğunun göstergesidir. Bilindiği gibi göstergeler üç grupta incelenebilir, ama şimdi bunun hiç sırası değil. Belki daha sonra gerçekleşecek bir başka Dr. Lawgiverz konferansında değiniriz bu konuya. Şimdi yapmamız gereken plan B’yi yürürlüğe koymak için şefin cesaretini toplayıp istihabarat teşkilatı baş sorumlusuna telefon etmesini sağlamak. Bu noktada belirtmek isteriz ki saat gece dokuzdur, ve istihbarat teşkilatı baş sorumlusu büyük ihtimalle yemeğini yemiş, pijamalarını ve içi muflonlu terliklerini giymiş, saadet içerisinde radyodan müzik dinliyordur. Unutmayın ki televizyonlar hâlâ daha sonsuz bir beyazlıktan başka bir şey göstermemektedir. Diğer yandan istihbarat teşkilatı baş sorumlusunun karakterini de akılda tutarak diyebiliriz ki dinlediği müzik olsa olsa bir Wagner operası olabilir, ama tabii  bu da bir varsayım.

Şef ahizeyi kaldırır ve numarayı çevirir, hattın öteki ucundaki istihbarat teşkilatı baş sorumlusu bu esnada görsel imgelerden yoksun bir Internet’te gezinmekte ve güneşin 4.5 yıl içerisinde sönecek olmasıyla televizyon ekranlarının bir yıl önce beyazlık göstermeye başlaması arasında bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır. Yani az önce yanıldık, istihbarat teşkilatı baş sorumlusu müzik falan dinlemiyordu, çünkü zaten Wagner dahil müzik dinlemeyi hiç sevmezdi, sandığımızdan da karanlık bir ruha sahipti, sahiptir yani. Her neyse, telefonun zır zır(ring ring) çalmasıyla bile öfkelenebilecek denli asabi bir tip olan bu baş sorumlu hiddetle yerinden kalkıp telefonu açar. Telefon telsizli olduğu için konuşma süresince telefon sehpasının yanında durmak zorunda değildir, ahizeyle birlikte bilgisayarının başına dönerken “Alo?!” der. “Alo?” “Evet?” “Sayın üstüm, benim, ben üst düzey bir araştırma komisyonu şefiyim, bu vakitte sizi rahatsız ettiğim için çok özür dilerim. Ama hatırlayacaksınız ki sizi, bana vermiş olduğunuz bu hususi numaradan istediğim vakit arayabileceğimi söylemiştiniz.” “Evet, hatırlıyorum, o vakit bu vakit mi peki?” “Evet sayın üstüm, bu vakit o vaktin ta kendisidir, zira hiç umulmadık bir taş baş yarmıştır.” “Nedir o taş?” “Dr. Lawgiverz Londra’da sayın üstüm; onu bugün katıldığımız, yasa dışı olması gerekirken henüz yasalarda gerekli düzenlemler yapılmadığı için hâlen yasal kabul edilen bir konferansta konuşmacı kürsüsünde gördük.” “Bize verilen tüm istihbarat yanlış mıydı yani?” “Görünen o ki öyleydi sayın üstüm, ama merak etmeyin siz, arkadaşlarla durumu değerlendirip bir B planı hazırladık. İzin verirseniz söz konusu planı devletler platformunda masaya yatırmak üzere size yazılı ve şifreli olarak göndermek istiyorum, telefonda nakletmek pek emniyetli olmayabilir, biliyorsunuz bu spekülatif realistler denilen güruh teknolojiyle pek haşır neşirdir ve bizi dinliyor olmaları ihtimal dahilinde olmanın da ötesinde kuvvetle muhtemeldir.” “Haklısın. O halde sen planı derhal önceden kararlaştırdığımız o anonim e-mail adresine şifreli olarak gönder. Ben sabah ilk iş platformu son gelişmeleri tahlil etmek üzere gündem dışı bir toplantıya çağıracağım. Elini çabuk tut!” “Peki efendim.”

Bu gergin telefon konuşmasının ardından şef mutfağa gider ve bir şişe bira açar. Müfettişe dönerek hemen işe koyulmalarını, çünkü henüz ortada olmayan B planını hazırlayıp sabahın ilk ışıklarıyla birlikte o anonim e-mail adresine göndermeleri gerektiğini söyler. Çavuşu ise önceden kararlaştırılan şifreli yazışma dilini öğrenmek üzere yan odaya gönderir. Kendini dışlanmış hissetmese de gururu incinen çavuş Amerikan olmasına rağmen bu aşamada sessiz kalması gerektiğinin bilinciyle söyleneni kuzu kuzu yapacaktır.

Bu sırada Dr. Lawgiverz konferansta yaptığı konuşmanın gururuyla yeni makalesini yazmaya koyulmuştur bile. Belli ki gece her iki cephe için de yazı işleriyle haşır neşir bir şekilde geçecektir. Anlatıcı ister istemez “edebi ve felsefi işlerle uğraşırdık yalnız geçirdiğimiz o soğuk ve yağmurlu gecelerde,” sözünü hatırlar. Okuyucu ise “aklın sınırlarına ve ötesindeki sonsuzluğa yaptığı yolculuklarda Kant hep yalnızdı,” diye geçirecektir içinden.

Araya pek çok ahkâm tohumu serpiştirdiğimizin farkındayız. Lâkin farkında olduğumuz bir başka şey de bizim, bu anlatının yazarı ve/veya yazarları olarak, okuyucularımıza sadece zevk vermek ve hoş vakit geçirmelerini sağlamak için yazmadığımız gerçeğidir. Son derece önemli mevzuları mercek altına alıyoruz burada; anlatıya ara vermişsek insanlığın geleceğine dair birtakım endişeler taşıyor oluşumuzdandır. Her neyse, lâfı daha fazla uzatmadan kaldığımız yere geri dönecek olursak görürüz ki olayın aldığı gayet komplike hâl yıllardır durmaksızın coşkuyla çarpamktan yorgun düşmüş ve/fakat aynı sebepten, yani durmaksızın çoşkuyla çarpmaktan ötürü, kas bakımından güçlenmiş yüreklere acı vermektedir. Çünkü “Ölüm ve Kapitalizm” temalı konferansın ilk konuşmacısı üç silahşörlerde şok etkisi yaratacak bir kişidir. Söylemeye gerek var mı bilmiyoruz, ama her ne hikmetse “istihbaratın düştüğü yanılgının ve bilgi eksikliğinin boyutları hem korkunç, hem düşündürücü, hem de ibret vericidir,” demekten de kendimizi alamıyoruz. Söz konusu yanılgıdan kaynaklanan istihbarat krizinin üç silahşörler için bu duygulara ilâveten endişe verici de olmasının ise insan doğasının gereği olduğunu da sözlerimize eklemeyi ihmâl etmiyoruz. Zira konferansın ilk konuşmacısı devletler platformunun korkulu rüyâsı Dr. Lawgiverz’dir. Belli ki doktor Japonya’da olmaktan ziyade tıpkı üç silahşörler gibi İngiltere’nin başkenti Londra’dadır.

Evet, yanlış duymadın, “Ölüm ve Kapitalizm” adlı konferansın ilk konuşmacısı, akıl ihsan olunmuş her fâninin aklına durgunluk vermesi kuvvetle muhtemel olsa da Dr. Lawgiverz’di, ey üstündeki lâneti yazgısı belleyen şaşkın okur. Akla zarar hakikatlerin birbiri ardına zuhruyla kasılan bilinçlerin daha fazla kasılmasına gönlümüz razı olmadığından, Dr. Lawgiverz’in konuşmasının anlatımızın kurgusu açısından önem arz etmeyen yanlarını budayıp, sadece hayati ehemmiyeti haiz bazı noktaları iktibas etmenin yerinde olacağını düşündük. Eminiz ki pek çok okuyucumuz bu kararımızı sevinçle karşılamış, içlerine dolan salakça sevinçle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette taklalar atmaya başlamıştır. Kararımızdan hoşnut olmayan okuyucularımıza ise elimizden herkesi tatmin etmenin mümkün olmadığı gerçeğini bir an olsun akıllarından çıkarmamalarını salık vermekten başka bir şey gelmediğini üzüntüyle belirtmek isteriz. Kendilerine burada sizlerin huzurunda söz veririz ki bir dahaki sefere de şimdi sevinç çığlıkları ve taklalar atan okuyucularımıza vereceğiz aynı salığı. Böylece her iki gruptaki okuyucularımızı da eşit derecede ihya etmiş olacağız sanırız. Kendini hangi gruba dahil hissederse hissetsin, hiçbir okuyucumuzu sanrılarımızla meşgul etmek istemediğimiz için lâfı fazla uzatmadan Dr. Lawgiverz’in konferansta sarfettiği ibret verici sözlere geçelim isterseniz şimdi hep birlikte.

Ama durun bir dakika, sanırız bu kısımları böyle hızlıca geçiştirmemek lâzım, ne de olsa Dr. Lawgiverz’in üş silahşörlerin dizi dibinde olması kurguya yepyeni bir boyut katıyor. Şef yanındaki iki embesile şaşkınlık ve kınamayı aynı anda dışa yansıtan bir bakış fırlatıyor. Az önce iki embesil diye andığımız müffettiş ve çavuş ise şefe şaşkınlık ve korku dolu bakışlarını gönderiyor. İşler iyice sarpa sarıyor anlaşılan. Her neyse ama, şimdi panik yapmanın ve çevredekilere işin içindeki bit yeniklerinden örnekler sunmanın hiç sırası değil. Üç silahşörlerin bu aşamada yapması gereken soğuk kanlılıklarını korumak ve ölümle kapitalizm arasındaki ilişkileri spekülatif realist bakış açısıyla mercek altına almak maksadıyla düzenlenmiş “Ölüm ve Kapitalizm” adlı bu konferansı konuyla son derece alâkadarmış gibi can kulağıyla dinlemek. Şimdi papara koparmanın ve Dr. Lawgiverz’in yanına gidip “tutklusunuz bayım, sizi neo-liberal düzenin ve global kapitalizmin temellerine dinamit döşemeye, bu suretle rejimi yıkmaya cüret ve teşebbüs etmekten tutukluyoruz!” demenin hiç sırası değil. Bu arada dikkatli okuyucularımız soracaktır; “peki ama üç silahşörler Dr. Lawgiverz’i nereden tanıyor? Anlatıda daha önce Dr. Lawgiverz’in resmini gördüklerini hatırlamıyoruz.” Haklısınız sevgili okurlar, görmediniz, çünkü gösteren olmadı. Bizim de gözümüzden kaçan bu ayrıntıyı gündeme getirdiğiniz için size teşekkürü bir borç biliriz. Borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi ise şimdilik bilemiyoruz. O yüzden hemen konuya açıklık getireceğini düşündüğümüz şu açıklamayı yapmayı boynumuzun borcu sayıyoruz: Dr. Lawgiverz’in resimleri devletler platformunun web sitesinde yayımlanmıştır; devletler platformu ise söz konusu resimleri bizzat doktorun kişisel web sitesinden araklamıştır. Zaten doktorun öyle saklısı gizlisi de yoktur. Internete girip google arama motoruna Dr. Lawgiverz yazıp ara’yı tıklamak irili ufaklı, renkli renksiz pek çok Dr. Lawgiverz resmine erişiminizi mümkün kılacaktır. Yani kısacası üç silahşörlerin, doktorun resimlerini görmesi değil, görmemesidir imkânsız olan. Bu konuya da yapıbozum tekniğini kullanmak suretiyle böylece açıklık getirdiğimize göre sanırız artık anlatımıza kaldığımız yerden devam edebilir, yani Birkbeck Enstitüsü’nün konferans salonuna geri dönebiliriz. Lâkin salona dönüp anlatıya devam etmeden önce tüm bu açıklamalarımızı anlamsız kılmak pahasına şunu da sözlerimize eklemeden edemedik: Zaten konferansın posterlerinde Dr. Lawgiverz’in ilk konuşmacı olduğu açık ve net bir biçimde yazılıydı. Bu posterlerin nasıl olup da üç silahşörlerin gözünden kaçmış olabileceğini ise  inanın biz de bilemiyoruz. Tek tesellimiz, bir anlatıcı da olsa insanın her şeyi bilmesinin mümkün olmadığı gerçeğidir.

Üç silahşörler konferans salonunun arka sıralarına oturmayı seçmiştir. Bu seçimlerinin ardında yatan sebep ise tüm salona hakim bir görüş açısına sahip olmak arzusunu taşımalarıdır; böylece salonda kuş uçurtmayacaklar, dişi olsun veya olmasın hiçbir sineğe geçit vermeyeceklerdir. Bu arada Dr. Lawgiverz, Ölümlüler, Ölümsüzler ve Spekülatif Gerçekçiler adlı konuşmasına başlamıştır bile, ki söz konusu konuşmayı da ne yazık ki anlatının akışı içerisinde yeri olmadığı düşüncesiyle kitabımızın son bölümüne aldığımızı belirtelim. Tekrarlamaktan asla bıkmayacağımız o bölüm ise her zaman olduğu gibi gene Dr. Lawgiverz’den Nihilistik Spekülasyonlar adını taşımaktadır, ey görüşleriyle kitabın organik bütünlüğüne katkı koyan paha biçilmez okur!

Sanctus and Other Films by barbarahammer.com from barbara hammer on Vimeo.

Sanctus is a film of the rephotographed moving x-rays originally shot by Dr. James Sibley Watson and his colleagues. Making the invisibile, visible, the film reveals the skeletal structure of the human body as it protects the hidden fragility of interior organ systems. Sanctus portrays a body in need of protection on a polluted planet where immune system disorders proliferate.

Snow Job: The Media Hysteria of AIDS, 1988, 8 min.
Endangered, 1989, 19 min.
Sanctus, 1990, 20 min.
Vital Signs, 1989, 10 min.

Liverpool Street station in 1984

Image via Wikipedia

Ertesi sabah uyanıp devletler platformu ne verdiyse, ki sadece bisküvi ve neskahve vermişti, onu yedikten-içtikten, pijamalarını ve içi muflonlu terliklerini çıkarıp tertemiz elbiselerini ve ayakkabılarını giydikten sonra üç silahşörler Spekülatif Realizm’le ilgili konferansın yapılacağı Birkbeck Üniversitesi Sosyal ve İnsani Bilimler Enstitüsü’ne doğru yola koyulurlar. Elbette ki kendilerine henüz bir araba bile tahsis edilmediği için Liverpool Street Tren İstasyonu’ndan metroya binip gideceklerdir gidecekleri yere, ki zaten Londra trafiğinde kim araba sürmek ister ki…

Üç silahşörler Birkbeck Enstitüsü’nün kapısından girerken bütün gecedir yağmakta olan yağmur da dinmek üzeredir. Her ne kadar bu bilgi kurgumuz açısından pek önemli olmasa da atmosferi yansıtması bakımından faydalı olabileceğini düşünerek buraya eklemeyi uygun bulduk. Diğer yandan bu hava durumunun bilimin ışığına yaptığı göndermeyi de es geçmemek gerek, ne de olsa yağmurun dinmesi son 4.5 yılına girmiş olduğu iddia edilen güneşin kısa bir süreliğine de olsa bulutların ardından biz zavallı ölümlülere ica (ida) yapacağına delâlet. Evrenin merkezinin dünya olmaktan ziyade güneş olduğunu iddia eden Kopernik Devrimi’nin ve aklın sınırları olduğunu, yani bilebileceklerimizin sonsuz olmadığını öne süren Kant’ın öncülüğünde gerçekleşen Aydınlanma hareketinin gözleri kör etmesi kuvvetle muhtemel bir aydınlığa kavuşmakla bağlantısını hatırlayınız. Akılcılığın ışıkla ilgisi o zamandan beridir sürmekte. Hatta kimilerinin, rasyonalizmin ve bilimin ışığıyla kör olduğu belirtmeye bile gerek bırakmayacak derecede bariz gelinen noktada. Bu konuya daha sonra dönmek üzere şimdilik ara vereceğiz, ama önsezisel olarak şunu söyleyebiliriz ki ışık ve aydınlanma arasındaki ilişki körlükle bilgi arasındaki ilişkiye atıfta bulunmaktadır, ve kim bilir, belki de televizyon ekranlarının beyazlaşmasıyla hakikatin içeri sızmasının bir ilgisi vardır. Zira artık hepimizin bildiği gibi televizyon hakikatler rejiminden ziyade kanaatler rejimine hizmet eden bir aygıttır. Birer fantezi makinesi olarak televizyon, sinema, beyin ve psişe hakkındaki saptamalarımızı merak eden okuyucularımız için Dr. Lawgiverz’in yazmış olduğu ve Deleuze’ün bir ekran olarak beyin söylemini mercek altına alan o meşhur makaleyi kitabımızın son bölümüne ekledik. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı ve durumun vehametini kendi gözleriyle görmek isteyen okuyucularımız Dr. Lawgiverz’den Nihilistik Spekülasyonlar adındaki o bölüme gidip acı gerçeğe tanıklık edebilirler. Bunu yapmayı pek cazip bulmayan tembel okuyucularımız için indirgemeci bir yaklaşımla özetleyecek olursak diyebiliriz ki içinde yaşadığımız dünya Süperpanoptik bir hapishaneden farksızdır. Zira öyle bir sistemin içinde yaşamakta ve ölmekteyiz ki artık gözetlenmeyi ve göztelendiğimizi bilmeyi marifet sayar halde, kendi kafasında yarattığı büyük Öteki tarafından arzulanmak arzusuyla yanıp tutuşan nevrotikler gibi bize yakışmayan kıyafetlerle ve ardında bir hiçlikten başka bir şey olmayan maskelerle, yani karaktersiz özneler ve içi boş nesneler gibi dolanıp durur olmuşuz ortalıkta.  Biçimlerimiz içeriklerimizi yansıtmadığı içinse gittikçe uzaklaşmış, koptukça kopmuşuz kendimizden, ve işte hem çevresine hem de kendisine yabancılaşmış yaşayan birer ölüye dönüşmüş, bu rezil günlere gelmişiz netice itibarı ile. Yani kimilerinin iyimser, kimilerininse kötümser olarak nitelendirdiği ünlü Fransız düşünürü Michel Foucault haklıymış aslında, gerçekten de artık panopticon’un gözetleme kulesinde bir gardiyan tutmaya gerek yokmuş, çünkü özneler zaten kendi kendilerinin gardiyanı olmuş, kendi dünyalarını hapishaneye dönüştürmüş, iktidarın kuklaları olmaya dünden razı bir hale gelmişlerdir. İktidar ölmemiştir belki, ama atomlarına dağılmış ve hükmettiği öznelerin içine sızarak kendini görünmez kılmıştır.

Artık hepimiz içinde yaşadığımız sistem tarafından kendi kafalarımızda yaratmaya programlandığımız bilinmez bir kuvvettin ajanlarıydık. Mahkûmiyetlerimizi kendimizi yargılamaya bile gerek duymadan benimsiyor ve var olmadığını bildiğimiz bir büyük Öteki tarafından arzulanmak arzusunu hayatta kalmak arzusunun kendisi olarak görüyorduk. Hayatta kalmak arzumuzun bizi gün geçtikçe ölüme yaklaştırmakta olmasını bilinçlerimizin dışına ittikçe, ölümsüzlük maskesi takmış bir ölümle sevişiyorduk. Ölümsüzlüğü arzuladıkça ölüyor, öldükçe ölümsüzlüğü arzuluyorduk. Ulaşılmazın peşinde koşmaktı hayat, ölümsüzlük o yüzden bir ideal olarak sunuluyordu bize. Böylece yılmayacak, çalışacak ve ne kadar paramız varsa ölümsüzlüğe o kadar yaklaşacaktık. Oysa ki bize son derece yakın olan, doğamız gereği içimizde olan bir şeydi ölümsüzlük. Zira biz doğadan gelmiştik ve doğaya dönecektik. Aradaki kültürel evre ölüm korkusunun tahakkümü altındaki bir didinip durma sürecinden başka bir şey değildi. Belli ki iktidar gerçekten de her yerdeydi, direnişse hiçbir yerde içinde yaşadığımız mevcut düzende. Zira ölüm iktidardaydı, ölümsüzlükse direnişte… Yaşadığımız sürece iktidar ölümdeydi, muhalefetse ölümsüzlükte bir başka deyişle. Yani kısacası “böyle başa böyle tarak,” böyle kafalara böyle düzen, ey ne istediğini bilmeyen ipe sapa gelmez okur!

Dilip ChaudhuryÜst Düzey Bir Araştırma Komisyonu’nun ilk icraatı Dr. Lawgiverz’i bulup sistemin temellerini dinamitlemesini engellemek için yargıya havale etmek üzere üç siyasi polis memuru görevlendirmek olur. Üç farklı ülkeden seçilen ve kendi ülkelerinde işlerinin ehli olduklarını ispatlamış bu üç siyasi polisin biri şef, biri müfettiş, diğeri de basit bir çavuştur. Öncelikle üçünün de konuşabildiği ortak bir dil belirleyip, ki bu dil elbette ki İngilizce’dir, işe koyulan bu üçlüye Üç Silahşörler demek ise ilerleyen süreçte açıklığa kavuşacak sebeplerden ötürü sanırız pek yerinde olacaktır. Dolayısıyla da bundan böyle onları üç silahşörler olarak anacağımızı şimdiden belirtelim.

Her neyse, geleneksel romanlarda olduğu gibi durup da bu üçlünün teker teker karakter tahlillerine girişmek yerine, karakterlerini olayların seyrinin açıklığa kavuşturmasını günümüz edebiyatına uyum açısından uygun bulduk. Örneğin göreve getirildikleri o ilk günkü karşılaşma esnasında gerçekleşen şu anekdot bile bize nasıl bir üçlüyle karşı karşıya bulunduğumuzu göstermeye yeter ve hatta artar bile diye düşünüyoruz.

Şef şu sözlerle başlasın mesela konuşmasına: “Arkadaşlar merhaba. Bildiğiniz gibi Dünya Devletleri Ortak Platformu’nun istihbarat şubesi baş sorumlusu kendisine verilen yetkiye dayanarak Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu oluşturdu ve beni de şimdilik üçümüzden ibaret bu komisyona şef olarak atadı. Bundan böyle aramızdaki kültürel farklılıkları geri plana itip ortak bir amaç doğrultusunda, yani Dr. Lawgiverz’i ve Spekülatif Gerçekçiler’i haince planlarını yürürlüğe koymaktan men etmek yolunda birlikte çalışacağız. İstihbarat şubesi baş sorumlusunun bana verdiği dosyaya göre Dr. Lawgiverz şu anda Japonya’da. Sanırım aramızda bir Japon’un bulunması da bu yüzdendir.” Bunları söylerken bakışlarını müfettişe yönelterek başını hafifçe öne eğmesinden anlıyoruz ki müfettiş Japon’dur, ki nitekim öyle olduğu için de sözü devralan o olacaktır. “Teşekkürler şefim. Japonya polis teşkilatı olarak, Dr. Lawgiverz’in iletişim halinde olmanın da ötesinde bir takım bilimsel projeleri hayata geçirmek üzere son derece içli dışlı olduğu bilim adamını tespit etmiş bulunmaktayız. Takamuro Kootaro adındaki bu adam yıllardır zamanda yolculuk, ölümsüzlük ve daha başka doğa üstü hadiselerle ilgili araştırmalar yapıyor. Ne yazık ki arkasındaki güçleri henüz tespit edebilmiş değiliz, ancak Japonya dışından, büyük ihtimalle Kuzey Amerika’dan olduğunu tahmin ettiğimiz bazı şer odaklarından beslendiğini tahmin ediyoruz. Ona maddi kaynak sağlayan birden fazla enstitü olduğu aldığımız duyumlar arasında.” O vakte kadar tüm bunları dikkatle dinlemekte olan çavuş tam da müfettiş sözlerini bitirdiği esnada araya girerek Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olduğunu ele veren bir cümleyle başlayacaktır konuşmasına. “Chicago Haberalma Örgütü’nde geçirdiğim yıllar boyunca edindiğim tecrübeyle ifade edecek olursam Dr. Lawgiverz’in söz konusu Japon bilim adamına maddi kaynak sağlayan enstitülere göbekten bağlı olduğunu söyleyebilirim. Elimizde henüz kanıt olmasa da Dr. Lawgiverz’in Takamuro Kootaro’yla ülkemizdeki birtakım ne idüğü belirsiz enstitüler arasında bir nevi köprü vazifesi gördüğünden eminiz diyebilirim. Oradaki arkadaşlarım gerekli kanıtları bulmakla, bulamadıklarını ise yaratmakla meşguller şimdi.”

Dikkatli okuyucularımızın gözünden kaçmayacağı üzere şefin milliyetini belirtmediğimizin ise elbette ki farkındayız. Bunun sebebi kendisinin Atlantik Okyanusu üzerinde uçmakta olan bir uçakta ve/yani hiçbir ülkenin hava sahasına dahil olmayan bir bölgede doğmuş olmasıdır. Annesi İspanyol-İtalyan, babası ise Fransız-İngiliz kırması olan bu adam sizin de gördüğünüz üzere kırmaların kırmasıdır. Avrupalı diyebileceğimiz şef, artık Avrupa Birliği kurulduğu için çoğu anlamsızlaşan toplam altı ülkenin pasaportunu birden taşımakta ve yedi dili anadili gibi konuşabilmektedir. Elbette ki bunun sebebi herhangi bir anadile sahip olmamasıdır, yani mantık kurallarına özen gösteren okuyucularımızın da takdir edeceği üzere az önce yanlış bir benzetme yapmak gafletine düştük. Zira anavatanı olmayan bir insanın anadili de olmaz, olamaz.

Londra’nın her zamanki gibi o son derece soğuk ve yağmurlu gecelerinden birinde, Dünya Devletleri Ortak Platformu tarafından üç silahşörlere merkez ofis niyetine tahsis edilen, Liverpool Street yakınlarındaki o eski evde vuku bulan bu anekdot, üç silahşörlerin, ertesi gün bazı spekülatif gerçekçilerin Londra’da boy göstereceği bir konferansa, esas amaçlarının ne olduğunu kimseye çaktırmadan katılıp olayın felsefi boyutunu mercek altına alma kararıyla son bulacaktır, ki nitekim sanırız bulmuştur da zaten işte.

Ölümün bu denli yakınlaşmış olması elbette ki o güne dek eşi benzeri görülmemiş bir karmaşa yaratacaktı dünyada. Ne de olsa hepimiz bir gün mutlaka öleceğimizi bilsek de bunun tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini asla bilemeyiz, tabii eğer ölümcül bir hastalığa yakalanmışsak ve ölüm tarihimiz işinin ehli bir doktor tarafından matematiksel bir şaşmazlıkla saptanmamışsa. Ayrıca, gerçekleşecek ölümün toplu bir ölüm olacak olması da ölümü tekil bir olay olmaktan çıkarıp, Ölüm diye tabir edebileceğimiz çoğul ve kolektif bir olaya dönüştürüyordu. Büyük harfle yazılmış Ölüm ise küçük harfle yazılan tekil ölümlerden çok farklı bir anlam taşıyordu. “Sanırım Ölüm ve ölüm arasındaki ilişkiyi Heidegger’in Dasein ve dasein, yani Varlık ve varlık kavramları arasındaki ilişkiye benzetebiliriz,” dedi ontolojiden az çok anladığı anlaşılan bir okuyucu; ama tabii onu kimse duymadı, ve biz sözlerini buraya aktarmak ihtiyacı duymasaydık diğer bütün okuyucular bu benzetmeden bihaber olacaktı.

Yaşanan kaosun boyutları o denli kaygı verici seviyelerde seyretmekteydi ki, bir kitap önce bahsettiğimiz ve dünyadaki tüm ekranların neden bir anda hep birden beyazlaştığını açıklığa kavuşturmak üzere oluşturulan Dünya Devletleri Ortak Platformu (DDOP) acilen toplanıp güneşin 4.5 yıl içerisinde söneceği yönündeki spekülasyonların kaynağını ve söz konusu spekülasyonların bilimsel dayanağı olup olmadığını araştırmak üzere Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu kurulmasına karar verecekti. Bu toplantı o kadar ateşli tartışmalara sahne olmuştu ki olup bitenleri tüm detaylarıyla olmasa bile en azından mümkün mertebe detaylı bir şekilde anlatmazsak kurguda devasa bir boşluk oluşacağından ve söz konusu boşluğu doldurmak için hayâl güçlerini ve projeksiyon mekanizmalarını kullanmak yerine her şeyi anlatıcıdan bekleyen bazı talepkar okuyucuların isyanlarını daha başlamadan bastırmak gayesiyle, olası boşluğu önemsemeyen, hatta farkında bile olmayan, olsalar da onu kendi uyduracakları diyaloglar ve fantezilerle doldurmaktan gocunmayan, bilakis zevk duyan güzide okuyucularımızn affına sığınarak, az önce sözünü ettiğimiz toplantının teferruatlarına geçiyoruz şimdi.

Öncelikle belirtmek isteriz ki toplantı ta en başından gereksiz bir gerginlikle başladı. Çünkü Dünya Devletleri Ortak Platformu’nun başkanı o sabah evden çıkmadan önce evde tost yapacak ekmek ve kahveye koyacak süt olmadığı için karısıyla münakaşa etmişti. Sorun, kadının bir gece önceden kalmış iki dilim pizzayı ve iki ay önceden kalmış süt tozunu adamın önüne koymasıyla çözülmüş gibi gözükse de, monotonluğa varan bir düzene olan düşkünlüğü ve rutinden sapmamaya meyilli kişiliği sebebiyle, başkanın güne sinirli başlamasına, bunun neticesinde ise toplantıyı açarken söylediği o talihsiz ve bir o kadar da düşündürücü sözlerin ağzından çıkmasına yetmişti. O sözler şunlardı sevgili okur: “İçimden bir ses birbirimize artık günaydın diyemeyeceğimiz günlerin yakın olduğunu söylüyor. O sese inanıp inanmamak konusunda ise henüz net bir karara varmış değilim. Yaşamakta olduğum ve ruhumda derin yaralar açmakta olan bu çelişki yüzünden her zamanki kadar içten bir günaydınla açamayacağım ne yazık ki oturumu. Umarım bu tavrımı anlayışla karşılarsınız.” Ekranların beyazlaşmasının ardından yaşanan süreçte sergilediği soğuk kanlılıkla öne çıkan, olaylara nesnel yaklaşımıyla tanınan, hiç gereği yokken karamsar olmayı ve hiç gereği yokken iyimser olmayı dışlamak suretiyle “kötümser akıl – iyimser irade” şiarını yaşam biçiminin temel ilkesi edinmiş ve işte zaten tam da bu yüzden başkanlık koltuğunda oturan başkanın hiç gereği yokken sergilediği bu olumsuz tavır delegeler arasında mırıldanmalarla başlayıp gittikçe artan bir ses dalgasının yayılmasına sebebiyet vermiş ve Dünya Devletleri Ortak Platformu genel sekreterinin “sizi aklı başında bir insan bilir, öyle sayardık sayın başkan, fakat görünen o ki soğuk kanlılığınızı muhafaza etmekte güçlük çekiyorsunuz, yüksek müsaadenizle sorabilir miyim, nedir acaba sizi ortada fol yok yumurta yokken bu denli endişe verici ve karamsar söylemleri dillendirmeye iten?” Başkan elbette ki kendisini günaydın kelimesine elveda diyecekleri günlerin yakın olduğunu dillendirmeye iten etkenin sabahleyin karısıyla arasında geçen ve fol ile yumurtadan ziyade, tost ekmeği ile süt eksikliğinin kaynaklık ettiği münakaşanın sinir sisteminde yarattığı geçici bir zayıflık şeklinde zuhur etmesi olduğunu söyleyemezdi, ki sanırız düzeninin bozulmasına paralel olarak alt-üst olan hormonal dengesiyle, yani bilinçdışıyla ilgili olan bu durumun kendisi de farkında değildi zaten. Lâfı fazla uzattığımızın farkındayız, ama bunlar önemli konular. İnsan doğasına ve ağır yük altındaki insanların ruhsal yaşamına ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulunmak herkesin eline, her zaman geçen bir fırsat değil ne yazık ki; biz de işte bu gerçekten hareketle elimize geçen bu fırsatı değerlendirip, insan doğasına ve ruhsal yaşama, ahkâm düzeyinde de olsa katkı koyalım dedik. Her neyse, genel sekreterin sözlerini yürütme kurulu sorumlusunun “bizden bir şey mi gizliyorsunuz sayın başkan, bizim bilmediğimiz bir şeyler mi biliyorsunuz, istihbaratın yürütmekte olduğu gizli bir operasyonun meyveleri mi bunlar? Sanırım bu soruların yanıtlarını bilmek sadece yürütme kurulu sorumlusu olan benim değil, tüm delegelerin hakkı.” Yürütme kurulu sorumlusunun bu kuşkucu ve pireyi deve yapan soruları karşısında afallayan başkan ancak o zaman uyanıp sabah miskinliğini üzerinden atabildi. Ev ve iş yaşamını karıştırmamalıydı, bir boşanmanın arifesinde olmalarının kuvvetle muhtemel olduğunu ima eden o talisiz sözleri Dünya Devletleri Ortak Platformu delegelerine değil, karısına söylemiş olmalıydı. İnsan belirli bir rutine alışmışsa düzeni bozulunca böyle yersiz sözler sarf edip saçmalayabiliyor işte. Ama diğer yandan bakarsak aslında başkan saçmalamıyor, bilakis son derece yerinde sözler sarf ediyor da olabilirdi. Zira kim bilebilirdi ki güneşin gerçekten de 4.5 yıl içerisinde sönüp sönmeyeceğini? Nitekim bir yıl önce televizyon ekranlarıyla başlayıp, bir-iki hafta gibi kısa bir zaman zarfında dünyadaki tüm ekranları kaplayan o kaynağı meçhul, esrarengiz beyazlık da kimsenin aklına gelmezdi. Hatta kimilerinin günümüzde bile bu beyazlığın gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekmekte ve bizzat kendilerinin kafayı yemiş olabileceğinden endişe etmekte ısrarlı olduğu söylenir, ki bunda haksız da sayılmazlar aslında, zira gerçek olan bir şeyin, yani ekranların beyazlaşmasının gerçek olmadığını sanıyorlar; bu sanrının ise deliliğin yarısından çok daha fazlasını teşkil ediyor olduğunun kuşkuya yer bırakmayacak denli kesin, son derece bilimsel bir veri olarak kabul edilebileceğini ise bilmiyoruz söylemeye gerek var mı, ama her zaman olduğu gibi yine de söylüyoruz işte, belki vardır diye. Akıl ihsan olunmuş her fani, dünyadaki tüm ekranların bembeyaz olduğunu teslim etmek durumundadır çünkü bizce; hatta daha da ileri gidecek olursak, ekranların beyazlaşmasının kabulü aklın göstergesi, reddi ise akıl hastalığının belirtisidir bile diyebiliriz, ki nitekim işte dedik de zaten galiba. 

“Elimizde henüz kesin bir bilgi yok, ama Dr. Lawgiverz diye bir adamın adı dolanıyor ortalıkta,” diye sürdürdü başkan konuşmasını ve detayları delegelere nakletmek üzere sözü istihbarat teşkilatı baş sorumlusuna bıraktı. “Aslında nakil aşamasına gelmiş pek bir şey yok, ama şimdilik şunu söyleyebiliriz ki ajanlarımız fellik fellik Dr. Lawgiverz’i arıyor. Elde ettiğimiz son bulgulara göre en son Uzak Doğu’da görülmüş. Orada ne halt ettiğini biz de bilmiyoruz, ama sanırız Japon bir bilim adamıyla uzun süredir zamanda yolculuk, ölümden sonra yaşam ve uzaylılarla irtibatla ilgili bir iş çeviriyorlar. Tüm bunların güneşin 4.5 yıl içerisinde sönecek olmasının yanı sıra ekranların beyazlaşmasıyla da bir ilgisi olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca Dr. Lawgiverz’in Spekülatif Gerçekçilik adlı bir felsefi akımın öncüleri olan ve kendilerine Spekülatif Gerçekçiler diyen bazı kişilerle de örgütsel faaliyetler yürütmekte olduğu da aldığımız duyumlar arasında. Tüm bunlar arasında ne gibi bağlantılar olduğunu tabii ki her zaman olduğu gibi gene zaman gösterecek. Hummalı çalışmalarımız en fenni şekilde sürüyor, ajanlarımız dünyanın dört bir yanına dağılmış, Dr. Lawgiverz’i ve ilişki içerisinde olduğu kişileri arıyor. Internet üzerinden, birer hücre niteliğini taşıyan bloglar vasıtasıyla dünyaya bir virüs gibi yayılan bu felsefi-örgütsel hareketin son derece kompleks bir haberleşme ağıyla vücut bulmakta olduğunu, hatta söz konusu ağla özdeş olduğunu söyleyebiliriz. Örümcek Avı diye adlandırmayı uygun bulduğumuz operasyonlarımız Spekülatif Gerçekçiliğin köküne kezzap suyu dökünceye kadar sürecektir; bundan kimsenin kuşkusu olmasın!”

Konuşmasının sonlarına doğru kendinden geçtiği ve soğuk savaş günlerine geri döndüğü söylemeye bile gerek olmayacak derecede bariz olan istihbarat teşkilatı baş sorumlusunun Dracula’yı aratmayacak derecede kan içmeye meyilli olduğu her halinden belli. Sözlerini bitirdikten sonra önündeki bardaktan üç-dört yudum su almakla yetindi ama şimdilik. O suyunu içerken delegeler de gayet yoğun bir biçimde aldıkları notları birbirleriyle karşılaştırıyor ve heyecanlı heyecanlı mırıldanıyorlardı. Derken, artık tamamen uyandığı anlaşılan ve sabahleyin karısıyla arasında geçen münakaşayı unutmuş gözüken başkan, ellerini birbirine vurmak suretiyle insanlar arasında alkış tabir edilen ve genellikle beğeni göstergesi, nadirense protesto belirtisi kabul edilen etkinliği hayata geçirmeye başladı. Onu, çok geçmeden diğer delegeler de izleyecek ve bu büyük buluşma, duygu yoğunluğundan ötürü kalbi hızla çarpmakta olan, hatta coşku ve sevinçten gözleri yaşla dolma noktasına gelen istihbarat teşkilatı baş sorumlusunun hanesine yazılan artı iki puanla doruk noktasına ulaşan daramtik sahneyle sona erecekti. Belli ki başkanın ve onu takiben delegelerin alkışı bu bağlamda protestodan ziyade beğeni niteliği taşıyordu. Üst Düzey Bir Araştırma Komisyonu kurulmasına işte o gün, oylamaya bile gerek kalmadan karar verildi. Komisyonun başına Dracula’yı aratmayacak derecede kan içmeye hevesli ve hayata bakışı Rambo’nun bıçağını aratmayacak kadar keskin bir insan olduğu her halinden anlaşılan istihbarat teşkilatı baş sorumlusu getirildi. Komisyonun temel ilkesi ise “hedef göster, ceset iste!” olarak belirlendi.  

via ideologic

Felsefedeki iki önemli dönüm noktası Descartes ve Spinoza’nın eserlerinde çıkıyor karşımıza. Birbirlerinin tersi yönlerde ilerleyen bu dönümler şöyle: Descartes ruhun bedenden bağımsız, kendine yeterli ve bedenin ölümü halinde bile varlığını sürdürebilecek bir şey olduğunu söylüyordu. Oysa Spinoza buna şiddetle karşı çıkmış ve ruhun varlığını bedenden bağımsız olarak sürdüremeyeceğini, bedenin ölümünün ruhun da ölümü anlamına geleceğini son derece kesin ve net bir dille ifade etmişti. Hatırlatmalıyız ki Descartes ve Spinoza aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış ve ikisi de bilimin önlenemez yükselişine tanıklık etmişti. Hatta bu yükselişte ikisinin de önemli birer rol oynadığını söyleyenler bile vardır günümüzde. Lakin elbette ki bu tür yorumların tamamen yersiz olduğunu söylemek doğru değildir, zira bildiğimiz bir başka şey de Descartes’ın filozofluğa ilaveten üstün bir matematikçi ve Spinoza’nın da becerikli bir lens yapımcısı olduğudur. Hemen belirtelim, Spinoza yaşamının büyük bir kısmını odadan odaya taşınarak ve kiraladığı bu odalarda geceleri felsefe kitapları yazıp gündüzleri de lens yapım ve satımıyla uğraşarak son derece cüzi miktarlarla sağlıyordu geçimini. O kadar ki, abartacak olursak aldığı para barınma ve beslenme dışında ancak mürekkep, kalem ve kâğıt almaya yetiyordu diyebiliriz. Hiçbir zaman malı mülkü olmamış, ailesinin ona bıraktığı mirası bile istemeyip her ne hikmetse sadece anne ve babasının yatağını almış ve söz konusu yatağa yaşamının sonuna kadar sahip çıkmıştı. Anne ve babasının Spinoza’nın doğumuna yönelik olarak bulundukları cinsi münasebet işte bu yatakta gerçekleşmişti. Bilmiyoruz Spinoza’nın tüm mirası reddedip sadece söz konusu yatağı sahiplenmek istemesinin ne derece düşündürücü olduğunu söylemeye gerek var mı. İnsan ruhunun karanlık yönünü merak eden okuyucularımız isterlerse bu ilginç arzunun kökenine inip psikanalitik boyutlarını incelemek üzere araştırmaya koyulabilirler. Bizim için önemli olansa, Spinoza’nın, “beden ruhun hapishanesidir,” sözünü tersine çevirip, “ruh bedenin hapishanesidir,” şeklinde yeniden yazan Foucault’yu, “beden bilinçle kısıtlanmamalıdır” diyerek öncelemiş olmasıdır.

#fmhs > INVISIBLE SPHERE Untitled Document

#fmhs > Invisible Sphere

Hatırlanacağı üzere Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu: Gözetim ve Ceza adlı başyapıtında mimar ve düşünür Jeremy Bentham’ın yeni bir hapishane modeli olarak tasarladığı ve Panopticon adını verdiği, zamanına göre (on dokuzuncu yüzyıl) devrimci sayılabilecek gözetim ve denetim mekanizmasını modern zamanlardaki iktidarın işleyiş biçimini gözler önüne seren bir metafor olarak lanse eder. Foucault’ya göre Panopticon mahkûmların hareketlerini, davranış biçimlerini ve hatta düşüncelerini kontrol altında tutan bir aygıt, bir makinedir adeta. Panopticon iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir binadır ve tam ortasında bir gözetleme kulesi bulunur. Mahkûmların hücreleri bu gözetleme kulesinden rahatlıkla görülebilecek şekilde dizilmiştir. O kadar ki mahkûmun kendisi ne kadar saklanmaya çalışırsa çalışsın hapishanenin mimari yapısı vasıtasıyla oluşturulmuş ışıklandırma düzeneği öyle bir tasarlanmıştır ki mahkûmun gölgesi rahatlıkla görülebilir kuleden. Sürekli gözetim ve denetim altında tutulmakta olduğunu bilen mahkûm şahsiyet zaman içerisinde kendisini kuledeki gardiyanın gözüyle görmeye ve o gözün beklentileri doğrultusunda hareket etmeye başlar. O kadar ki artık kulede bir gardiyan olup olmadığı bile önemsizleşir, zira zaten artık mahkûm hapishanenin gözünü, otoritenin bakış açısını içselleştirmiş ve otomatikman mahkûmluk rolünü benimsemiştir. Dolayısıyla çoğu zaman kulede bir gardiyan tutmaya bile gerek yoktur artık, ne de olsa zaten mahkûmlar sürekli kulede bir gardiyan varmış gibi hareket etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir.

Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelerle bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir; bunların, biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir. Geriden gelen ışık sayesinde, çevre binadaki hücrelerin içine kapatılmış küçük siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleşmiştir ve sürekli olarak görülebilir durumdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır. Sonuç olarak, hücre ilkesi tersine döndürülmekte veya daha doğrusu onun üç işlevi –kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak tersyüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta, diğer ikisi kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır.[1]

Panopticon denilen bu hapishane modelinin önemi, modern toplumlardaki iktidarın işleyiş biçimini temsil eden bir yapıya sahip olmasıdır. Biliyoruz ki modern toplumla birlikte merkezi iktidar çözülerek bireylerin içine işlemiştir. Ölüm ilanı vermeye hevesli pek çok kişi merkezi otoritenin bu çözülüşünü iktidarın ölümü olarak telakki etmiştir, ama bu son derece yanlış bir yorumdur, zira iktidar ölmemiş, sadece şekil değiştirmek ve kendisini görünmez kılmak suretiyle gücüne güç katmıştır sevgili okur. Artık iktidar, toplumu oluşturan bireylerin dışında değil, içindedir. Yani toplumu oluşturan bireyler kendilerini içinde buldukları sistem tarafından öyle bir kurulmuştur ki artık onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini söylemek bile gereksizleşmiştir, zira onlar zaten sistemin aksamadan çalışması için oynamaları gereken rolü oynamaya dünden razı bir hale getirilmişlerdir.

banksystreetart:  New Banksy: Boxhead İçinde yaşadığımız sosyal-siyasi-ekonomik-kültürel çevre dış dünyada gördüklerimizi nasıl göreceğimizi önceden şekillendirmekte ve bizi yazılı olmayan kurallara tabi birer özne haline getirmektedir, ki ünlü Fransız psikanalist Jacques Lacan bu bilinmez kuvvete Büyük Öteki adını vermeyi uygun bulmuştur. Dünyanın, insanların televizyonda gördüklerinden farklı olduğunu, onların dünyayı gördükleri biçimin kendilerinin görülmek istediği biçim olduğunu açık ve net bir dille kaleme almalı, edebiyat ve felsefe gibi alanlarda bu tür öngörülere sıklıkla rastlandığının, George Orwell’in 1984 ve Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya adlı romanlarının bu duruma harika birer emsal teşkil ettiğinin altını çizmeliyiz. Ölüm mevzusuna bu bağlamda temas edecek olursak diyebiliriz ki bizim esas maksadımız teknolojinin ölümü algılama biçimimizle ne denli derin ve karmaşık bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektir. Belli ki biz aslında insan doğasının görsel imge sağlayıcılarının icadından sonra muazzam bir değişime uğradığını, teknolojinin insan için neredeyse bir protez halini aldığını ve teknolojiye eklenti biçiminde sürdürülen yaşamların insanı hareket etmekten men etmek suretiyle bir sonraki aşamada eylem kabiliyetinden tamamıyla mahrum bırakarak bir ölüden farksız kıldığını, kılmakta olduğunu ve kuvvetle muhtemel gelecekte de kılmaya devam edeceğini anlatmaktı, anlatmaktır. Yani kısacası ruh ve beden arasındaki ilişkiyi yeni bir bağlamda ve yeni bir teknikle ele ve alaya alan bir düşüncenin biçimi ile içeriği arasındaki ilişkinin ironik bir şekilde mercek altına alınmasıdır burada söz konusu olan.        

#fmhs ratak-monodosico:  Blade Runner -Ridley Scott

#fmhs

İnsanlığın ezelden beri olmasa da uzun bir süreden beridir göze ve görme duyusuna, işitme, dokunma, koku alma, tat alma adlarıyla anılan diğer dört duyusundan daha çok önem atfettiği yadsınamaz bir gerçektir elbette ki. Zaten biz de bu gerçekten hareketle kurgulamaya ve kaleme almaya başladık bu yazıyı. Gelmek istediğimiz noktanın belki de aslında çoktan geride bırakılmış bir nokta olduğunu idrak etmekte ise gecikmeyecektik bu kaleme alış sürecinde. Maksadımızın görme duyusunun ve gözün düşünce üzerindeki hâkimiyetini mercek altına almak suretiyle bu hâkimiyetin aslında teknolojik gelişmelere paralel olarak gittikçe artan bir seyir izlemekte olduğunu gözler önüne sermek ve bu vesileyle de görsel imge yokluğunun insan doğası üzerinde yaratması kuvvetle muhtemel tahribata ışık tutmak olduğunu ise bilmiyoruz sözlerimize eklemeye gerek var mı. Bu arada yeri gelmişken hemen belirtelim, az önce zikrettiğimiz cümledeki mercek altına almak, gözler önüne sermek ve ışık tutmak deyimleri, göz merkezli dünyamızın ne denli içimize işleyip dilimize sızmak suretiyle gücüne güç katmayı nasıl başardığını âlemin nezdinde aleni kılmak için kasıtlı olarak kullanılmıştır cümle içerisinde.

Her neyse, hatırlanacağı üzere Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı adlı kitabımızda dünyadaki tüm televizyon ekranlarının ve daha başka ekran mekanizmalarının bir gece durup dururken hep birlikte sonsuz bir beyazlık göstermeye başladığı garip bir dünya kurgulamıştık. Yeri gelmişken belirtelim, bunu yaparkenki amacımız televizyon, video, DVD gibi, ekran mekanizmasına muhtaç görsel imge sağlayıcılarının bir anda ortadan kalkmasının yaratacağı yeni dünyanın nasıl bir yer olabileceğini hayal etmekti. Yani göstermek istiyorduk ki halihazırda var olan bir şeyin ani ve seri bir biçimde var olmayan bir şey haline getirilmesi dünyada bir boşluk yaratacak ve bu boşluk tıpkı bir beyaz-delik misali bilinmezliğe açılan bir kapı haline gelecekti. Zaman içerisinde o kara-delikten içeriye gözle görülemeyen fakat düşünülüp hissedilebilen yeni algılama biçimleri girecek, bu arada eski algılama biçimleri de gene aynı beyaz-delikten dışarıya çıkacaktı. Lakin tüm olanları bütün detaylarıyla nakletmek altından kalkılması neredeyse imkânsız ve üstelik de son derece gereksiz olacağından, bizler insanlığın algılama biçimindeki değişimi mercek altına almak yolunda, ekran mekanizmasının muhtemel yok oluşunun sadece süpermarkete giden insanların hayatında ve algılama biçiminde yarattığı değişime yönelteceğiz dikkatimizi.

#fmhs 2headedsnake:  florizel.canalblog.com.webloc

Pek çok insan bir süpermarkete gittiğinde ne alacağını bilemiyor olsun mesela. Hatta bazıları hangi süpermarkete gitmesi gerektiğini bile bilmiyor, bilemiyor olabilir. Diğer yandan ne hangi süpermarkete gideceği konusunda zorluk yaşayan, ne de gittiği süpermarketten ne alacağı konusunda en ufak bir kuşku duyan okuyucularımız da olabilir. İşte ne istediğini gayet iyi bilen bu tür okuyucularımız insanların kendisine gitmesini gerektirecek niteliklere sahip bir süpermarketin var olup olmadığını sorguluyor olabilir. Söz konusu okuyucularımıza gidilmeyi gerektiren o tür süpermarketlerin var olup olmadığının bir muamma olduğunu söylemek boynumuzun borcudur. Fakat bu sözlere hemen ilave edilmelidir ki çok geçmeden kimin nereden ne alması ve kimin kime ne satması gerektiğinin belirlenmesindeki rolü ekran mekanizmasının yokluğuyla bir kez daha tescil edilen televizyon, aslında sanıldığından da belirleyicidir kapitali Tanrı’nın yokluğuyla oluşan boşluğa yerleştiren kapitalist sistemin operasyonlarında. Çünkü televizyon, olmayanı varmış gibi göstermenin de ötesinde, olmayanın yerine kendini koyan ve olanın kendi gösterdiklerinden ibaret olduğunu, bundan başka hiçbir gerçekliğin var olmadığını gösteren bir aygıttır. Tabii televizyonun bu iddiaları gerçeğin gerçekten de televizyonun gösterdiklerinden ibaret olduğu anlamına gelmemeli, ki gelmiyor da zaten. Gösteren ve gösterilen arasındaki boşluğu kendisiyle doldurmaktan ve gösterenin de gösterilenin de kendisi olduğunu göstermekten başka bir şey yapmayan bir göstergedir televizyon. Gösterdiği şeyi yaratan kendisi olduğu içinse bilinmez bir kuvvettin müdahalesi sonucu işlevini yitiren televizyonun yokluğu az önce bahsi geçen ve Tanrı’nın ölümüyle oluştuğunu iddia ettiğimiz boşluğun tekrar zuhur etmesine sebep olmuştur. Tüm bunların kapitalizm üzerindeki korkunç etkilerini tahmin edebilirsiniz herhalde. Bu arada bir cümle önce sözünü ettiğimiz, tekrar ortaya çıkan bu boşluğun aynı zamanda insanın ruhu ve bedeni arasındaki o meşhur boşluk olduğunu söylemeye gerek olup olmadığını bilmediğimizi ise unutmadan hemen belirtmek istiyor ve bu isteğimizi hayata geçirmiş buluyoruz kendimizi, kendimiz tarafından isteğimizi hayata geçirmiş bulunuyoruz,  veya isteğimizin kendimiz tarafından halihazırda hayata geçirilmiş olduğunu buluyoruz da diyebilirdik, ki nitekim sanırız demiş kadar da olduk zaten işte…

panopticomania tinycinema:  2001: A Space Odyssey

panopticomania

Anlatılanlara baktığımız zaman göremeyeceğimiz, lakin düşüncenin kudretini beynin karşı karşıya kaldığı kaotik bilinmezliğin kuvvetinden güç alan bir etken haline dönüştürdüğümüz takdirde tüm çıplaklığıyla bilincimizde boy göstermesi kaçınılmaz hakikat üzere, beyin aslında bilinçdışını bilincin algılayabileceği sembollere dönüştüren bir organdır, ki ünlü Fransız düşünür Gilles Deleuze bu hadiseyi hem Fark ve Tekrar (Difference and Repetition) adlı yapıtında, hem de sinema üzerine yazdığı iki kitapta “bir ekran olarak beyin” şeklinde özetlemiştir. Beynin bir ekrana dönüşme sürecinin iç dinamiklerini aydınlatmak üzere –sanki ortada somut, maddi, gözle görülür, elle tutulur ve üzerlerine ışık tutulduğu takdirde aydınlanacak iç dinamikler varmış gibi– beyaz perde devrinden ekran devrine geçiş sürecinin felsefi ve psikanalitik etkilerine bakıyoruz şimdi. Sinemanın çıkış noktasına geri dönüp orada projektör vasıtasıyla beyaz bir yüzeye görsel imgeler yansıtılınca zuhur eden hadisenin, görsel imge aktarıcıları alanındaki bir devrim niteliğindeki bu teknolojik gelişmenin yaratmış olduğu sanatsal açılım artık hepimizin bildiği gibi fotoğrafın rahimlik ettiği sinema adındaki yeni bir sanatın doğuşuna sebep olmuştur. Teknolojik gelişmelerle sanatsal gelişmelerin ne derece iç içe olduğunu bir kez daha yinelemek ve ayrıca bazı teknolojik gelişmelerin de sanatsal gerilemelere sebep olabileceğinin altını çizmek maksadıyla kaleme alındığı aşikâr bu bilgiyi de bilgiye aç okuyucularımızla paylaştığımıza göre, herhalde artık yazımızın varmak istediği noktanın da zaten önceden gelinmiş bir nokta olduğunu, bu yüzden de bahse konu noktanın ivedilikle geçilmesi gerektiğini dile getirebiliriz, ki nitekim galiba getirdik de zaten işte…

dilations


[1] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay  (İstanbul: İmge, 2006), 295-96.

 Artık hepimizin bildiği gibi anlam kavramının anlamı üzerine İsa ve Sokrat gibi tanınmış şahsiyetlerden önce de düşünülmekte ve hatta bununla da kalınmayıp bu düşünülenler kaleme alınmaktaydı. Lakin henüz anlamın ne anlama geldiğine dair kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır ne yazık ki. Zaten kesin bir bilgiye ulaşılsa anlam kavramı anlamını yitirecektir, o derece paradoksal bir kavramdır bu anlam kavramı, diye düşünmesi kuvvetle muhtemel bilinçlerin var olabilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak anlam konusunda şunları söylemeyi uygun bulduk: Anlam ve hakikat birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Şöyle: Her bilgi doğası gereği anlamlıdır, daha doğrusu bir şeyin bilgi olarak nitelendirilebilmesi için o şeyin anlamlı olması gerekir. Diğer yandan her bilgi kesinlikle hakikat değildir, zira hakikate sadece yaklaşabilen bir şey olarak bilgi anlamın varlığına dayanır. Oysa hakikatler bilginin anlamlandırmakta yetersiz kaldığı noktada zuhur edebilir ancak. Yani hakikat dediğimiz şey bilgilerdeki anlam boşluklarından sızan ve/fakat asla tam olarak anlamlandırılamayan düşünce ve hislere verilen addır. Anlamın anlamı ve hakikatle ilişkisi üzerinde daha fazla durmanın sakıncalarını da göz önünde bulundurarak görsel imgeler ve anlam arasındaki ilişkiyle sürdürüyoruz yazımızı.

Bilindiği gibi görsel imgeler, özellikle de bunların hareket halinde olanları, insanın algılama mekanizmasının nasıl çalışacağını belirlemede büyük rol oynar. Filmlerin gerçek hayatta yaşadığımız olayları anlamlandırmakta ve bu olaylar arasında bağlantılar kurmakta bizlere ne kadar yardımcı olduğunu hatırlayacak olursak, bu söylediklerimizin ne denli manidar olduğunu daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyoruz. Zira biliyoruz ki işte yazımız da tıpkı bilgi gibi anlam boşlukları, yani hakikatler barındırmaktadır bünyesinde. Lakin yazımız bilginin kendisini devasa bir anlam boşluğuna dönüştürüp bu boşluk çevresinde spiraller çize çize dönmektedir. Belli ki geometrik şekillerin tahakkümünden kurtulamamış bir yazıdır bu yazı. Söz konusu yazının yazarı veya yazarları kendilerine karşı ironik bir anlatı yazmak suretiyle kendi yaşam biçimlerinin temellerine birer dinamite dönüşen düşlerini döşemektedirler. Düşler egemen düşüncelerin temellerine dizilmektedir hatta belki de aslında. Hatta denebilir ki bu yazının yazarlarının yaptığı şey düşleri ve düşünceleri birbirlerinin içine yerleştirerek egemen bilgiden bağımsız bir hakikate, yani bilinmeze kapılar aralamaya kalkışmak, buna cüret ve teşebbüs etmektir. Bilinen şeylerin zuhur edişinin ancak birer sorun formunda gerçekleşebileceğini, hatta abartacak olursak korkunç birer canavar şeklinde ortaya çıktığını hatırlamak sanırız bu yazının yazarlarının neden bu yola başvurduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.

loveyourchaos:  (by nemo et nihil)

Olacaktır olmasına ama isterseniz biz şimdi hayatın, ölümün ve anlamın anlamlarına dair bu ağır konuları bir tarafa bırakıp biraz da havadan sudan ve bunların hayaletlerle ilişkisinden bahsedelim. Mesela şöyle diyelim: Amsterdam’da hava çok rüzgârlı olduğu için bulutlar çok hızlı hareket ederdi. Ama bulutların çok hızlı hareket etmesi hayaletlerin de çok hızlı hareket etmesini gerektirmeyeceği de su götürmez bir gerçekti. Çünkü hayaletlerin hareketleriyle havanın hareketlerinin en ufak bir ilgisi bile yoktu. Diğer yandan Amsterdam’ın dereleri ise hiç hızlı hareket etmez, öyle son derece ölgün birer akıntı şeklinde sürdürürdü varlığını. İnsanın ne kadar saçmalayabileceğini test etmek için okuyucularımızla paylaşmakta en ufak bir sakınca görmediğimiz bu bilgileri de verdiğimize göre herhalde yazımızı bitirebiliriz artık, ki nitekim bitirdik de zaten işte…

Düşüncenin otomatik olmaktan çıkıp düzensiz bir biçimde dıştan gelmeye başlaması, öznenin alışılagelmiş düşünce ve his kalıplarının ötesine geçmeye başladığının göstergesidir. Yazan özne böylelikle bilinmeyene yelken açan bir gemiye dönüşür. Yolculuk son derece tehlikelidir, zira bilinenin terk edilip bilinmeyenin girdaplarında boğulma tehlikesi arz eden bir durumla karşı karşıya kalmak gerekliliği söz konusudur yolculuk süresince. Geri dönüşü olmayan bir yolculuk olabilir bu. Ne var ki bu yolculuğun amacı zaten geriye dönüşü değil, bilakis henüz olmayan yeni bir durumun yaratılmasını amaçlar. Şimdiki zaman ve şimdiki mekân geride bırakılıp yeni bir zaman ve mekân yaratabilmek için, yani statükonun ötesine geçebilmek için kişinin hiçliğin girdaplarında kaybolma riskini göze alabilmesi gerekir. Kişi bilmelidir ki eğer yeni bir oluşuma gidilmesi başarısızlıkla sonuçlanırsa geriye dönecek bir yer olmayacak, zira yeni bir oluşuma gidilmesi kararının alınması demek dönülecek yerin, yani şu an içinde bulunulan zamanın artık şimdiki zaman değil, geçmiş zaman olmuş olması olacaktır. Ve işte böylelikle de geriye dönüşü imkânsız bir yer olarak tarihin sayfalarındaki yerini almış olacaktır geride bırakılan. Ancak bu yer geride bırakıldığı anda içinde bulunulabilecek yeni bir yer yoktur. İçinde bulunulabilecek yeni bir yer, yeni bir durum ancak yoktan var edilebilir. Tabii unutulmamalıdır ki burada yok derken geride bırakılan yerin ve zamanın şimdiki zamanda, yerde ve durumda yarattığı boşluktan söz ediyorum. Geride bırakılanın şimdiki zamanda yarattığı boşluk yokluğun varlığı anlamında kullanılmıştır burada. Yani geçmişin şimdideki yokluğu şimdide bir boşluk yaratmıştır ve yeni bir şey yaratmak için öznenin elinde olan tek şey öznenin kendi içinde bulduğu bu boşluktur.

Genellikle geleceğin şimdiden hareketle ve geçmiş kalıntıları üzerine inşa edildiği söylenir. Bu bir noktaya kadar doğru olsa bile genel olarak son derece yanlış bir yaklaşımdır konuya. Zira geçmişin kalıntısı değil, şimdideki halidir tarih denilen şey. Geçmişten bir şey kalmamıştır artık. Daha doğrusu sadece yokluk vardır insanı çevreleyen ve içindeki boşluğu geçmişle değil, gelecekle doldurmaktan başka yapacak bir şeyi kalmamıştır insanın.

Artık hepimizin bildiği gibi insan denen iki ayaklı, tüylü ve tüysüz olmak üzere ikiye ayrılan mahluk, kafasında yarattığı geometrik şekillerle gerçek hayat arasında bağlantılar kurmaya meyilli bir hayvandır.  Söz konusu mahlukun, hayvanın, ne derseniz deyin, bunu yapmasının sebebi ise madde ve ruh arasındaki uzlaşmazlığı çözüme kavuşturmak ve kendisini insan denen bir bütün olarak görmek arzusunu taşımasıdır. Tabii buna muvaffak olamaz genelde ve sorun da o noktada başlar zaten işte. Kendi içinde bölünmüş olduğunu kavrayan insan, kafasında yarattığı soyut sembolleri ve şekilleri maddi dış-dünyaya empoze edip hayata bir anlam yüklemeye çalışır durur. Oysa hayat son derece anlamsız ve bir o kadar da rastlantısaldır. Her yerde bir bütünlük görmek, yüzeydeki tüm kaosun altında gizlenen bir düzen bulmak adına didinmek boşunadır. Hayatın olumlanması ölümlülüğün ihtiva ettiği ölümsüzlüğün idrakiyle mümkün kılınabilir ancak. Çünkü hayat, bünyesinde doğası gereği çelişkiler barındıran, izleyeceği seyrin önceden belirlenmesi imkânsız bir rastlantılar sarmalıdır. Bilinenleri bilinmeyenlere yansıtarak hayatı kısır bir döngüye dönüştürmeye meyilli zihniyetlerin ortadan kalkması için yapılması gerekense bilinmeyenin sevgiyle kucaklanarak bilinenin dönüşümünü mümkün kılacak açılımların sağlanmasına katkıda bulunmaktır.  Örneğin bizim bu yazının bir spiral çizmekte olduğunu söylememiz ve bununla da yetinmeyip bu spiralin hareket halinde olduğunu belirtmeye cüret ve teşebbüs etmemiz bu duruma harika bir emsal teşkil eder. Hangi duruma? Hayatın çelişkilerden ibaret olması durumuna… Neden? Çünkü hem geometrik şekillerin hayatı anlatmakta yetersiz olduğunu söylüyoruz, hem de kelimelerle spiral çizmek suretiyle dünyadaki tüm ekranların beyaza bürünmesi halinde ortaya çıkacak yeni bir hayatı anlatmaya çalışıyoruz. Ama dikkat ediniz, ki etmişsinizdir, çember denilen şekille sembolize edilen kısırdöngüyü kırmak yolunda spiral denilen şekle geçiyor ve ayrıca çizdiğimiz spiralin hareket halinde olmasına da özen gösteriyoruz. Belli ki umudumuz, sonsuzluğun sembolü olan spiralin bizi soyut sembollerin de ötesindeki yeni düşünce alanlarına ve henüz var olmayan anlam dünyalarına taşımasıdır. Kelimelerle spiraller çizen bir spiral olarak bu yazı aynı anda hem edebiyattan, hem felsefeden, hem de matematikten az çok anlayan okuyucularımızın büyük bir kısmının takdir edeceği üzere sonsuzluğa açılan bir kapıyla sonlanan spiral bir merdiven olarak nitelendirilip, arzu edilirse o gözle de okunabilir. Bu metaforlar silsilesi içinde hakikatin durumu ne olacaktır peki? Yazıdaki her kelime kendi dışındaki bir evrene atıfta bulunuyor ve üstelik de atıfta bulunduğu söz konusu evrenin hakiki olduğu izlenimini vermeye çalışıyorsa, temsil edilen hadiseden bağımsız bir hakikat tezahürü nasıl gerçekleşecektir? Belki de yazıdaki anlam boşluklarının işlevi budur, kim bilir. Yani işte kim bilebilir ki hakikatlerin ileride anlam yokluğu olarak değil de anlam çokluğu olarak nitelendirilecek anlam boşluklarından, daha doğrusu anlamın operasyonlarına ara verdiği anlam aralıklarından dünyamıza sızan birer hayalet olup olmadığını? Hiç kimse… 

Bir mum alevinin sönmeden önce dayanılmaz bir biçimde son bir kez parlaması gibidir bazı ilişkilerin bitişi. Son bir kez karşı konulmaz bir arzu duyarız sevdiğimize karşı, ama bu arzu çok geçmeden yerini aynı derecede karşı konulmaz bir kayıtsızlığa bırakır her ne hikmetse. Mum sönmüştür artık ve artık tekrar karanlıktayızdır bir süreliğine, yani ta ki hiç beklenmedik bir anda karşımıza bir başkası çıkıp da sönmeden önce gözlerimizi neredeyse kör edecek kadar parlayan söz konusu mum ışığına yeniden hayat verene kadar.

“İnsan yanmayı ve küllerinden yeniden doğmayı bilmeli,” demişti Nietzsche. Küllerinden yeniden doğan anka kuşu misâli yeniden doğmaya benzer adına aşk demeyi alışkanlık hâline getirdiğimiz duygu durumu. Ama genellikle dürtüsel bir etkilenimden, veya bilemediniz tutku tabir edebileceğimiz bir yakınlık hissinden başka bir şey değildir adına aşk demeyi alışkanlık hâline getirdiğimiz o duygu durumu. İlişkinin bittiği kesinlik kazanınca, yani artık yaşadıklarımız bizi ne üzer, ne de mutlu eder hâle gelince, bir başka deyişle kayıtsızlık zuhur edince işte, “ben aslında bu insanı hiç sevmemiş, ona hiç aşık olmamışım ki,” diye geçiririz içimizden, ki nitekim geçirmemiz de gerekir zaten. En kötüsü de aşkla acıma hislerinin birbirine karıştırılmasıdır ama bence, zira bu hem bize hem de sevmek yerine acıdığımız ama acıdığımızın farkında olmak yerine ona aşık olduğumuzu sandığımız kişiye zûldür.

“Ne insanlar gördüm üstlerinde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok,” sözünü hepimiz duymuşuzdur. Kimin, ne zaman söyledği bile belli olmayan bu son derece özlü sözle biraz oynarsak onu şu hâle sokmamız mümkündür: “Ne aşıklar gördüm aşkın zerresinden haberleri yok, ne aşklar gördüm aşıklarının yaşayacak bünyesi yok.”

Yıllar önce bir sevgilim bitirmekte oldukça zorlandığımız o dillere destan ilişkiyi bitirebilmek için dahiyâne bir sözle hadiseye noktayı tereyağından kıl çeker gibi koymuştu: “Kalplerimiz bu sevgiyi kaldıramayacak kadar küçüktü.” Adı lâzım değil, hakikaten doğru söylemişti bence söz konusu sevgili, zira gerçekten de söz konusu aşk o yaşta ikimizi de aşan ve artık kontrolümüzden çıkan bir hâle gelmişti. Biz aşkın özneleri değildik artık, bilâkis aşk bizim öznemiz, bizse aşkımızın nesnleriydik. “Aşkın kölesi olmak” lâfı biraz anlam ihtiva ediyorsa, söz konusu aşkın nesnesi olma durumu buna harika bir emsâl teşkil eder niteliktedir kanımca. Neticede aşkımız bizi aşınca biz de onun içinde boğulmamak için benim de katkılarımla “kalplerimiz bu aşkı sığmayacak kadar küçüktü,” sözünü ilişkimizin bitişini mümkün kılan söz olarak lânetlenmiş kalplerimize kazımış ve yollarımızı ayırmıştık. Bazen ayrı yollardan gidenlerin de aynı yere varabileceklerini nereden bilebilirdik ki?! Kalplerimiz büyüdü artık ve aşkımız tanınamayacak hale geldi belki şimdi, lâkin ikimizin de bildiği bir şey var işte hiç değişmeyen; insan doğru hayatı yanlış yaşayabilir, ezberler bozulmak içindir, çünkü insan hayatı boyunca sadece tek bir kez, sadece tek bir kişiye aşık olabilen ölümlü varlıklara verilen addır, gerisi ise teferruattır…   

I’m hungry, I shall consume flesh.             

“Yasanın klasik bir imgesi vardır. Platon bu imgenin, Hıristiyan dünyası tarafından da benimsenmiş olan eksiksiz bir ifadesini vermiştir. Bu imge, yasaya hem ilkesi hem de sonuçları açısından bakılmasını içererek bunun ikili bir durumunu belirler. İlke açısından baktığımızda, yasa ilk değildir. Yasa ikinci ve temsilci bir iktidardan başka bir şey değildir, daha yüksek bir ilkeye göre belirlenir, o da İyi’dir. İnsanlar İyi’nin ne olduğunu bilselerdi ya da ona uymayı becerebilselerdi, yasaya ihtiyaçları olmayacaktı. Yasa, İyi’nin, şöyle ya da böyle terk ettiği bir dünyadaki temsilcisidir. Bundan dolayı, sonuçları açısından baktığımızda, yasalara uymak ”en iyi”sidir, en iyi de İyi’nin imgesidir. Adil olan biri, doğduğu ülkede, yaşadığı ülkede yasalara tabi olur. Düşünme özgürlüğünü -hem İyi’yi hem de İyi için düşünme- elinde tutsa da, bunu, en iyisi için yapar. Görünüşte bu denli konformist olan bu imge, bir siyaset felsefesinin koşullarını oluşturan bir ironi ve mizahı, yasa ölçeğinin en yukarısında ve en aşağısındaki, ikili bir düşünüm genişliğini içermekten de geri kalmaz. Sokrates’in ölümü bu bakımdan bir örnek teşkil eder. Şöyle ki, yasalar kaderini mahkumun eline teslim bırakırlar ve yasaya tabiiyetinden dolayı, ondan kendilerine, üzerine düşünülmüş bir onay vermesini isterler. Yasaları, onları temellendirmek için zorunlu bir ilkeymişçesine mutlak bir İyi’ye yükselten seyirde büyük bir ironi vardır. Sanki yasa mefhumunu kendi kendine değil de, yalnızca kuvvet yoluyla ayakta tutuyormuş ve ideal olarak, daha dolaylı bir sonuca olduğu kadar, daha yüksek bir ilkeye de ihtiyaç duyuyormuş gibi. Belki de bu nedenle Phaidon’daki anlaşılması güç bir metne göre, öğrencileri ölümü sırasında Sokrates’in yanında bulunurken yüzlerinde bir gülümseme de eksik değildir. İroni ile mizah esas olarak yasa düşüncesini kurarlar. Uygulanmaları yasayla ilişkilidir ve anlamlarını buradan alırlar. İroni, yasayı sonsuzca üstün bir İyi’nin üzerini temellendirmekte sakınca görmeyen bir düşüncenin oynadığı oyundur; mizah ise, yasayı, sonsuzca daha adil bir En İyi’ye onaylatmakta sakınca görmeyen söz konusu düşüncenin oynadığı oyundur.

Yasanın klasik imgesinin hangi etkiler altında altüst olup ortadan kalktığı sorgulanacak olursa, bunun yasaların göreliliğinin, değişebilirliğinin keşfedilmesi sonucunda olmadığı kesindir. Zira bu görelilik, klasik imgede zaten bütünüyle biliniyor ve anlaşılıyordu; onun zorunlu bir parçasını oluşturuyordu. Gerçek neden başka yerdedir. Bunun en kesin ifadesi Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi’nde bulunacaktır. Kant bizzat, yönteminin getirdiği yeniliğin, yasanın artık İyi’ye bağlı olması değil, aksine İyi’nin yasaya bağlı olması olduğunu söyler. Bu, şu anlama gelir ki, yasa artık, haklılığını buradan elde edeceği üstün bir ilke üzerine temellenmek zorunda değildir, bunun üzerine temellenemez. Bu da şu anlama gelir ki, yasanın kendi değeri kendi kendisine dayanarak biçilmeli ve yasa kendi üzerine temellenmelidir, dolayısıyla kendi biçiminden başka kaynağı yoktur. Bu andan itibaren, ilk kez, başka bir spesifikasyon olmaksızın, bir nesne işaret edilmeksizin, YASA’san söz edilebilr, söz edilmelidir. Klasik imge yalnızca, İyi’nin yetki alanlarına ve En İyi’nin şartlarına göre şu ya da bu olarak belirlenmiş yasaları tanıyordu. Aksine, Kant ahlak ”yasası”ndan söz ettiğinde, ahlak sözcüğü yalnızca, mutlak olarak belirsiz kalmış olanın belirlenmesi anlamına gelir: Ahlak yasası, bir içerikten ve bir nesneden, bir yetki alanından ve şartlarından bağımsız, saf bir biçimin temsilidir. Ahlak yasası YASA, yasayı temellendirmeye muktedir bütün üstün ilkeleri dışlayacak şekilde, yasanın biçimi anlamına gelir. Bu anlamda Kant, yasanın klasik imgesinden ilk vazgeçenlerden ve bizi tamamıyla modern bir imgenin yolunu ilk açanlardan biridir. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ndeki Kopernik tarzı devrimi, bilginin nesnelerini, öznenin etrafında döndürmeye yönelikti; ama Pratik Aklın Eleştirisi’nin, İyi’yi Yasa’nın etrafında döndürmeye yönelik devrimi kuşkusuz çok daha önemlidir. Kuşkusuz, dünyadaki önemli değişiklikleri dile getiriyordu. Yine kuşkusuz, Hıristiyan dünyanın ötesinden, Yahudi imana bir geri dönüşün son sonuçlarını ifade ediyordu; hatta belki de Platoncu dünyanın ötesinden, yasanın Sokrates öncesi (Oidipusçu) bir anlayışına geri dönüşü ilan ediyordu. Kaldı ki, Kant, yasa’YI, nihai bir temel haline getirerek, modern düşünceye başlıca boyutlardan birini, yasanın nesnesinin esas itibariyle gizli olduğu fikrini bağışlamıştı.

Bir başka boyut daha ortaya çıkar. Sorun, Kant’ın kendi sistemi içinde keşfine verdiği dengeden (ve İyi’yi kurtarma şeklinden) kaynaklanıyor değildir. Söz konusu olan daha ziyade, ilkini bütünleyen, ilkiyle aralarında bir görelilik bulunan bir başka keşiftir. Yasa artık üstün bir ilke şeklindeki İyi ile temellendirilemedikçe, kendini, adil olanın iyi niyeti şeklindeki En İyi’ye de daha fazla onaylatmaya gerek duymaz hale gelir. Zira şu çok açıktır ki, maddesiz, nesnesiz, herhangi bir spesifikasyonu olmadan, saf biçimine göre tanımlanmış YASA, ne olduğu bilinmeyen ve bilinemeyecek bir durumdadır. Kimse ne olduğunu bilmezken iş görür. Herkesin baştan beri suçlu olduğu, yani yasanın ne olduğu bilinmeksizin sınırların zaten ihlal edildiği bir kesinsizlik alanı tanımlar. Tıpkı Oidipus’un kendini içinde bulduğu durum gibi. Suçluluk ile ceza ise, bize yasanın ne olduğunu göstermezler bile, onu bu kesinsizliğin içinde bırakırlar, bu kesinsizlik ise bahsettiğimiz şekliyle cezanın en uç noktadaki kesinliğine tekabül eder. Kafka bu dünyayı betimlemeyi başarmıştır. Burada söz konusu olan, Kant’ı Kafka’ya bağlamak değil, yalnızca yasayla ilgili modern düşünceyi oluşturan iki kutbu ortaya çıkarmaktır.

Aslında, yasa artık her şeyden önce gelen ve üstün bir İyi üzerine temellenmiyorsa, içeriğini tamamen belirsiz bırakacak şekilde kendi biçimine göre değer kazanıyorsa, adilin yasaya en iyisi olduğu için uyduğunu söylemek imkansız hale gelir. Ya da daha ziyade: Yasaya uyan biri, yasaya uyduğu kadarıyla adil olmuş değildir ve öyle de hissetmez. Tersine, kendini suçlu hisseder, daha baştan suçludur ve ne kadar suçlu olursa yasaya o kadar sıkı sıkıya uyar. Aynı işlemle, yasa da kendini, saf yasa olarak gösterir ve bizi suçlular olarak atar. Klasik imgeyi oluşturmuş olan iki önerme, ilke önermesi ile sonuçlar önermesi, İyi tarafından temellenme önermesi ile adil tarafından onaylanma önermesi aynı anda çöker. Ahlaki bilincin bu fantastik paradoksunu ortaya çıkaran Freud olmuştur: Yasaya uyma ölçüsünde adil hissetmenin bir hayli uzağında, ”özne ne kadar erdemliyse, yasa da o kadar sert davranır ve o kadar büyük bir kılı kırk yarmacılık sergiler… En iyi ve en uysal varlıktaki ahlak bilincinin bu denli sıradışı sertliği…”

Dahası, paradoksun analitik açıklamasını yapan da Freud olmuştur: Ahlak bilincinden türeyen, dürtülerden vazgeçiş değildir, tersine vazgeçişten doğan ahlak bilincidir. O halde, vazgeçiş ne kadar kuvvetli ve sert ise, dürtülerin mirasçısı ahlak bilinci de o kadar kuvvetli olur ve o kadar sertlikle uygulanır. (”Bu vazgeçişin bilinç üzerine uygulanan eylemi öyledir ki, tatmin etmeyi bıraktığımız bütün saldırganlık bölümü, üstben tarafından yeniden ele alınır ve kendi saldırganlığını ben’e karşı vurgular.”) O zaman öteki paradoks da çözülür. Lacan’ın dediği gibi, yasa, bastırılmış arzuyla aynı şeydir. Çelişkisiz bir biçimde nesnesini belirleyemeyecek ya da dayalı olduğu bastırmayı ortadan kaldırmaksızın bir içerikle tanımlanamayacaktır. Yasanın nesnesiyle arzunun nesnesi birdir ve ikisi de gizlenmiştir. Freud, nesne özdeşliğinin anneye, arzunun ve yasanın özdeşliğinin kendisinin ise babaya gönderme yaptığını gösterdiğinde, yalnızca yasayı belirlenmiş içeriğe nasıl kavuşturduğunu değil, bunun neredeyse tam tersine, yasanın nasıl, Oidipusçu kaynağı gereği, nesneden olduğu kadar özneden de (anne ile baba) çifte bir vazgeçişten doğan saf biçim olarak değer kazanmak için, içeriğini zorunlu olarak gizlemekten başka bir şey yapamayacağını gösterdiğini ileri sürer.

O halde, Platon’un kullandığı, yasalar düşüncesine hükmetmiş olan klasik ironi ve mizah altüst edilmiş olur. Yasanın İyi üzerine temellenmesi ve bilgenin bunu En İyi’yi gözeterek onaylamasıyla temsil edilen çifte genişlik, hiçliğe indirgenmiş olarak bulunur. Bir tarafta yasanın belirsizliği, öbür tarafta cezanın kesinliğinden başka bir şey yoktur. Ama ironi ile mizah buradan, yeni, modern bir figür kazanır. Bir yasa düşüncesi olmayı sürdürürler, ama yasayı, ona tabi olanın suçluluğu içindeyken düşündüğü gibi, içeriğinin belirsizliği içinde düşünürler. Şu açıktır ki, Kafka mizaha ve ironiye, yasanın statüsünün değişmesiyle ilişkili olarak tam anlamıyla modern değerler katar. Max Brod, Kafka’nın Dava’sını okuduğu sırada, dinleyenlerin ve bizzat Kafka’nın gülmekten katıldığını hatırlatır. Bu, Sokrates’in ölümünü karşılayan gülüş kadar gizemli bir gülüştür. Trajiğin sahte-anlamı salaklaştırır; kimbilir ne kadar çok yazarı, onları harekete geçiren düşüncenin saldırgan komik gücünün yerine çocuksu bir trajik his koyarak, olduğundan saptırıyoruz. Yasayı düşünmenin her zaman tek bir tarzı olmuştur, bu da düşüncenin ironi ve mizahtan oluşan bir komikliğidir.

Ama işte, modern düşünceyle birlikte, yeni bir ironinin ve yeni bir mizahın imkanı doğuyordu. İroni ile mizah artık yasanın altüst edilmesine yöneltilmiştir. Yeniden Sade ve Masoch ile karşılaşırız. Sade ile Masoch, yasaya bir karşı çıkışın, yasayı kökten bir altüst edişin iki büyük girişimini temsil ederler. Yasaya ikinci bir iktidar dışında hiçbir şey bahşetmemek amacıyla, yasayı daha yüksek bir ilkeye doğru aşmaya dayanan hareketi hala ironi olarak adlandırıyoruz. Ama üstün ilke, artık yasayı temellendirmeye ve yasanın kendisine devrettiği iktidarın haklılığını göstermeye muktedir bir İyi olmadığında, olamadığında tam olarak ne olur? Sade bize bunu öğretir. Tüm biçimleriyle (doğal, ahlaki, siyasal) yasa, ikinci doğanın bir kuralıdır, her zaman muhafazası için gösterilen özneye bağlıdır ve hakiki egemenliği haksız olarak elinde tutar. Çok iyi bilinen bir şeçeneğe göre, yasanın, daha kuvvetli olanın dayattığı kuvvetin ifadesi, ya da tersine, zayıfların koruyucu birliği olarak algılanmasının pek önemi yoktur. Zira bu efendilerle bu köleler, bu kuvvetlilerle bu zayıflar bütünüyle ikinci doğaya aittir; tiranı teşvik edip yaratan zayıfların birliğidir, olmak için bu birliğe ihtiyaç duyan ise tirandır. Her halükarda yasa, gizemli kılma yöntemidir, devredilmiş bir iktidar değil, köleler ve efendilerin iğrenç karmaşıklığı içindeki, haksız yere elde tutulan bir iktidardır. Sade’ın, yasa rejimini hem tiranlığa maruz kalanlara hem de tiranlık edenlere ait olması yüzünden ne denli kınadığı fark edilecektir. Gerçekte, yalnızca yasanın tiranlığına maruz kalınmıştır: ”Komşumun tutkuları yasanın adaletsizliğinden çok daha az kaygı verir, zira bu komşunun tutkuları benimkiler tarafından engellenmiştir, oysa yasanın adaletsizliklerini hiçbir şey durduramaz, hiçbir şey engelleyemez.” Ama aynı zamanda ve özellikle, ancak yasa yoluyla tiran olunur: Tiran yasa dışında hiçbir yolla tomurcuk veremez ve Chigi’nin Juliette’te de söylediği gibi: ”Tiranlar asla anarşi ortamında doğmazlar, yalnızca yasaların gölgesindeyken yükselişe geçtiklerini ya da yetkiyi yasalardan aldıklarını görürsünüz.” Sade düşüncesinin özü budur. Tirana duyduğu kin ve yasanın tiranı mümkün kıldığını gösterme tarzı. Tiran yasaların dilinden konuşur ve başka bir dili yoktur. ”Yasaların gölgesine” ihtiyaç duyar. Sade’ın kahramanları da, artık hiçbir tiran konuşamayacakmış gibi, hiçbir tiran asla konuşmamış gibi konuşarak, bir karşı-dil oluşturarak tuhaf bir anti-tiranlıkla kuşatılmış bulunur.” Read More

Gilles Deleuze, Sacher-Masoch’un Takdimi (Çv. İnci Usal)

Norgunk Yayıncılık, 1.Baskı, Aralık 2007. Sf. 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79

via Anagram